İ’TİKAT RİSALESİ
Ahmet Mahmut ÜNLÜ
(Cübbeli Ahmet Hoca Efendi)
İstanbul - 2005
“Şüphesiz ki işte bu, benim dosdoğru
yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara
uymayın. Çünkü O yollar sizi onun (Allah’ın) yolundan ayırır. İşte sakınmanız için (Allah) size bunları
vasiyet (emr) etti.”(En’am Suresi:153)
MÜELLİF DERKİ:
İşte bu risalede açıklanan inançlar,
beş vakit namazın her rekatında kavuşmak için dua ettiğimiz ve uymak- la
emredildiğimiz “Sırat-ı Müstekim” ehli olan ‘Ehli Sünnet ve’1 cemaat’ in
dosdoğru görüşleridir.
MUKADDİME
ÖNSÖZ
Şüphesiz bu dünyaya gelen her insan için ilk
olarak elde etmesi gereken en önemli şey imandır. Dünya ve Ahiret saadeti bu
imanla yaşayıp bu imanla ölmeye bağlıdır.
Ameller hususunda müsamaha varsa da itikat
hususunda hiç bir yanılmanın ve eksikliğin affı yoktur.
Bundan dolayı şirkin dışındaki günahlar hakkında
Allah’ın dilemesine bağlı olarak affı mağfiret sözü varsa da şirk üzere ölenin
asla affedilmeyeceği, Cennet yüzü görmeyip Cehennemden çıkamayacağı kesindir.
Öyleyse ebedi kurtuluş arayan herkesin her şeyden
evvel iman konusu üzerinde durarak Allah indinde yüzünü ak edecek sağlam bir
inanca sahip olması gerekir.
Ancak şu var ki her: “İnandım” diyenin imanı Allah
katında muteber değildir.
Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) de ar
kasından ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan yetmiş ikisinin
dalalette kalıp “Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat” tan ibaret olan tek bir fırkanın kurtulacağını defaatle
açıklamıştır.
İşte elinizdeki bu kitap sizlere bu Fırkay-ı
Naciye (kurtulacak fırka)’nın neye nasıl inandıklarını ve bu cemaatten
olabilmek için inanılması gereken şartları, anlayacağınız bir dilde madde madde
beyan etmektedir.
Bu kitapta zikredilen hususları bilip bellemeden
ve böylece inanmadan aklı, zekası ve rütbesi ne olursa olsun hiç bir ferdin
ahirette kurtulması mümkün değildir.
0 halde Allah ve Resulü tarafından bize sarkıtılan
bu ipe sımsıkı tutunarak istenilen sağlam inanca sahip olmalı ve bu
marifetlerden mahrum olan insanlara ulaşıp bu eseri acilen ulaştırmalıyız ki,
belki de bu sayede bir insan daha Ehl-i Sünnet inancıyla ölme nimetine mazhar
olarak ebedi azaptan kurtulur.
Bu risalemizdeki ilimleri halka ulaştırmak
günümüzün en önemli meselesidir.
Zira bugün insanlar neye nasıl inanacaklarım
şaşırmış bir şekilde bocalamaktadırlar. İşte bu gibi insanlara bu eseri
ulaştırmak onlara yapılacak en büyük hayırdır.
Bu konuda daha önce birçok kitap yazılmışsa da
kimisi kısalığından yeterli olmamakta kimisi de dilinin ağırlığı ve uzunluğundan
dolayı istifadeyi azaltmaktadır.
Ama bu kitap her kesim insana hitap edecek ve ikna
edecek niteliktedir.
Allah-u Teâlâ’dan niyazımız, insanlara acıyarak
imanla ölmelerini temin etmek için kaleme aldığımız bu risalemizi bize de
acıyarak imanla çene kapamamıza vesile kılmasıdır.
Şüphesiz duaları hakkıyla işiten ve kabul eden
ancak O’dur.
Ahmed Mahmud ÜNLÜ
(Cübbeli Hoca) 1998
İTİKAT (İNANÇ)
DİN: Allah-u Teâlâ tarafından konulan bir kanundur
ki, insanlara yaratılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah-u Teâlâ’ya ne suretle
ibadet yapılacağını bildirir.
Din insanları, güzel olanı seçmeleriyle, hayırlı
olan şeylere götürür.
Bu ilahi kanunu Peygamberler vahiy suretiyle
Cenab-ı Haktan öğrenerek insanlara ulaştırmışlardır.
İMAN: Allah-u Teâlâ’ya ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in
Allah-u Teâlâ tarafından getirdiği Ahkâm-ı İlahiyye” ( İlahi hükümler) in
tamamına inanmak ve kabullenmekten ibarettir.
İSLAM: İmanla aynı manadadır. Dolayısıyla her mümin, müslim; her müslim de
mümindir. Gerçi lügat itibarıyla iman, inanmak; İslam ise teslimiyet ve boyun
eğmek anlamlarına gelmekteyse de din açısından ikisinin de hükmü birdir.
İMAN ŞARTLARI:
(Amentü billâhi ve melâiketihî ve
kütübihî ve rusülihî vel yevmil âhiri ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi
Teâlâ velba’sü ba’del mevti hakkun eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve rasûlühû)
( Manası )
“Ben, Allah-u Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına,
Resul (Peygamber)lerine, Ahiret gününe, kader (takdir edilen şeyler)in hayırlısı
ve şerlisi (yaratılmak yönünden) Allah-ü Teâlâ’dan olduğuna inandım.
Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet
ederim ki Allah-u Teâlâ dan başka hiçbir ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim
ki, Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Allah (-u Teâlân) in kulu ve
resulüdür.”
Bilindiği üzere iman şartları altıdır.
1- ALLAH’A İNANMAK
Tabi ki Allah’a inanmak için evvela (öncelikle)
onu tanımak lazımdır. Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah inandıklarını
söylemektelerse de; “Allah’ın oğlu ve hanımı var” şeklindeki sapık
inançlarından dolayı Allah’a inanmaları muteber sayılmamıştır.
Dolayısıyla Allah’a inanmak, onun: “Varlığına,
birliğine, doğmadığına, doğurmadığına, oğlu kızı ve hanımı bulunmadığına, eşi
dengi olmadığına, bütün kemal sıfatlarla muttasıf olup, bütün noksan
sıfatlardan münezzeh olduğuna” inanmak demektir ki bu hususta daha geniş
malümat (bilgi ve izah) ileride görülecektir.
O Halde Allah-u Teâlâ hakkında şuna inanmalıyız
ki, “Allah-u Teâlâ varlığı vacip olan, yokluğu düşünülemeyen ve varlığı
zatından olup hiçbir kimseye muhtaç olmayan bir zattır.”
Allah-u Teâlâ, tektir. Zatında da sıfatlarında da
hiç bir ortağı yoktur.
Allah-u Teâlâ, bütün kemal sıfatlarla mevsuf
(üstün sıfatlara sahip) olup, noksan sıfatların tümünden münezzeh (son derece
uzak) tır.
Allah-ii Teâlâ hiç bir icap (kimsenin zor laması)
olmaksızın dilediğini yapan, hiç şüphesiz mahlûkatı yaratan ve her yaptığını
bir hikmete dayalı olarak yerli yerinde yapandır.
2- MELEKLERE İNANMAK
Melekler, değişik şekillerde görülebilen, zor işlere Allah’ın izniyle güçleri yeten latif
cisimler (nurani varlıklar)dır.
Melekler, erkeklikten, dişilikten, yemekten
içmekten, abdest bozmaktan, doğmaktan, doğurmaktan münezzehtirler.
Gece gündüz hiç durmadan tesbih ederler. Allah’a
isyan etmezler, emir olunanı yaparlar.
Onlardan bazısı Rabbisinin emriyle işleri tedbir
etmekte (yönetmekte)dir. Onlardan kimisi semavi (gök ehli), kimisi de erazi
(yer ehli)dir.
Meleklere dişi isimleri takıp böylece resimlerini
yapmak, insanı kâfir edecek sapık bir inançtır.
Meleklerin Peygamberleri (büyükleri) başlıca dört
tane olup, bunlardan Cebrail (Aleyhisselam), Peygamberlere vahiy getirmek, harp
ve zelzele gibi afet1eri yönetmekle, Mikail (Aleyhisselam ), rızıkları takip
etmekle, İsrafil (Aleyhisselam) amellerini kontrol ile, Azrail (Aleyhisselam)
ise ruhları almakla görevlidirler.
Melekler Allah-u Teâlâ’dan izinsiz hiç bir şeyi
kendiliklerinden yapamadıkları için her hangi bir nedenle onlar hakkında kötü
konuşmak ve onlara düşman olmak, gerçekte Allah’a düşmanlık sayıldığından
insanı dinden çıkarır.
Bu husus Yahudilerin Cebrail (Aleyhisselam) a
düşmanlığı ile ilgili olarak Bakara suresinin 97- 98. ayet-i kerimelerinde
zikredilmiştir.
3- KİTAPLARA İNANMAK
Allah-u Teâlâ yüz dört kitap indirmiş olup
bunların dördü büyük kitap yüzü ise sahifelerden ibarettir.
Bu kitaplarda Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri
(yasakları) vaad ve vaidi (müjde ve tehditleri) mevcut olup, hepsi Allah-u Teâlâ’nın kelamıdır.
Bu kitaplara karşı vazifemiz, onların Allah-ü Teâlâ’dan
geldiğine inanıp, Kuran-ı Kerim gelmekle diğerlerinin okunmalarının,
yazılmalarının ve bazı hükümlerinin neshedilmiş (geçersiz kılınmış) olduğunu
bilmemizdir.
Bugün okuyup amel etmekle emrolunduğumuz tek ilahi
kitap, Kur’an-ı Hakimdir ve onun hükmü kıyamete kadar geçerlidir.
Dört büyük kitaptan Tevrat, Musa (Aleyhisselam)a,
Zebur, Davud (Aleyhisselam)a, İncil, İsa (Aleyhisselam)a, Kuran-ı Kerim de
Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e indirilmiştir.
Kur’an-ı Kerimin bütün ayetlerine inanmak
gereklidir. Bir ayetini inkâr, tümünü inkar sayılır.
Dolayısıyla namaz, abdest ayetlerine inanıp da,
faizin haramiyeti gibi, muamelatla, hırsızın kolunun kesilmesi gibi, ukûbat
(cezalar) la ilgili ayetleri inkâr etmek, insanı kıpkızıl kâfir eder.
Çünkü
faizin yasaklığı, Bakara suresinin 275. ayetinde, kol kesme cezası da Maide
suresinin
38. ayetinde
zikredilmektedir.
İslam dini ve Allah’ın yolu anlamına gelen
“Şeriat” ı inkâr etmek de kâfirliktir. Zira Şeriat’a uymak, Casiye suresinin
18. ayeti kerimesinde Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) e,
dolayısıyla bütün ümmetine Allah-u Teâlâ’nın en büyük emirlerinden biridir.
4- PEYGAMBERLERE İNANMAK
Allah-u Teâlâ’nın resüllerine iman, onların
“Allah-u Teâlâ tarafından kullarını müjdeleyici ve korkutucu, onlara din ve
dünya işlerinde muhtaç oldukları bilgileri açıklayıcı olarak gönderilmiş
kullar” olduklarına inanmaktır.
PEYGAMBERDE ARANAN ŞARTLAR
1 - Erkeklik, 2- Hür olmak, 3- Doğruluk, 4 -
Emanet (güvenilirlik), 5- Adalet,
6 -Tebliğ (kimseden çekinmeden hakkı duyurma) 7 -
Akıl, zekâ, fetanet ve görüş gücünün zirvesine ulaşmak.
PEYGAMBERDE OLMAMASI
GEREKEN VASIFLAR
1- Ana - babasının zinaya
bulaşması,
2-
Katılık, kabalık,
sertlik gibi kötü huylar,
3
- Alaca ve cüzzam gibi
insanları nefret ettiren ayıplar,
4 - Yol üzerinde yemek yemek gibi mürüeti
ihlal eden (kişiliğe zarar veren) işler, 5 - Hacamat (kan almak) gibi düşük
mesleklerle iştigal,
6 - Ümmetin kabulünü engelleyecek her türlü amel
ve vasıf.
Şu bilinmelidir ki peygamberler genel manada
küfrün ve yalanın bütün çeşitlerinden büyük günahlardan ve bir lokma çalmak
gibi insanları nefret ettiren küçük günahlardan ve diğer küçük günahları kasten
işlemekten müberra (uzak) tırlar.
Peygamberlerin ilki Âdem (Aleyhisselam) olup,
sonuncusu Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)dir.
Bu ikisi arasında bir rivayet: “Yüz yirmi dört bin,” bir rivayet: “İki
yüz yirmi dört bin” Peygamber
geçmiştir.
Sayıları hakkında kesin bir rakam vermeyip, “Allah tarafından gönderilen bütün
Peygamberlere inandım.” demek daha uygundur.
Bu Peygamberlerin hepsine inanmak gerekli olup
birini inkâr hepsini inkar sayılır. Bu Peygamberlerin Allah (Celle Celalühü)
tarafından getirdikleri ayetlere inanmak gereklidir.
Dolayısıyla Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem) in buyurduğu kesinlikle bilinen sağlam senetli hadisleri inkar etmek,
Kur’an ayetlerini inkar gibi insanı kafir eder.
Peygamberlerden üç yüz onüç tanesi hem Resul hem
de Nebi olup diğerleri sadece Nebi’dir.
Resul: “Kendisine yeni bir kitap veya değişik bir hüküm vahyedilen zat,”
Nebi ise: “Kendinden evvelki Peygamberin Şeriatına uymakla emrolunan kimsedir.”
Kur’an-ı Kerim’de isimleriyle anılan ve
nübüvvetleri hususunda ittifak bulunan peygamberler yirmi beş tanedir. Bunlar:
1- Âdem (Aleyhisselam), 2- Nuh (Aleyhisselam), 3-
Hud (Aleyhisselam) 4- İdris (Aleyhisselam), 5 - Salih (Aleyhisselam), 6-
İbrahim (Aleyhisselam), 7- İsmail (Aleyhisselam), 8- İshak (Aleyhisselam), 9-
Yakup (Aleyhisselam), 10- Yusuf (Aleyhisselam), 11 - Musa (Aleyhisselam), 12-
Harun (Aleyhisselam), 13 - Şuayb (Aleyhisselam), 14- Zekeriya (Aleyhisselam),
15 - Yahya (Aleyhisselam), 16-Isa (Aleyhisselam), 17- Davud (Aleyhisselam), 18-
Süleyman (Aleyhisselam), 19-İlyas (Aleyhisselam), 20- Elyesa’ (Aleyhisselam),
21 - Zülkifl (Aleyhisselam), 22- Eyyüb (Aleyhisselam), 23- Yunus
(Aleyhisselam), 24 - Lut (Aleyhisselam). 25- Muhammed (Aleyhisselam)
Salavatullahi alâ nebiyyina ve aleyhim ecmain.
Resullerden beş tanesi, “Ülü’l-Azm” olup bunlar da Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed
Mustafa (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) dir.
Bunların en üstünü, kainatın efendisi
sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’dır. (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
5 - AHİRET GÜNÜNE İNANMAK
Öldükten sonra dirilip Allah-ü Teâlâ’nın huzurunda
hesaba çekilerek, herkesin yaptığının karşılığını bulacağı ahiret alemine
inanmak, Allah-ü Teâlâ’ya inanmak gibi zaruri bir meseledir.
Maalesef günümüzde müslüman olduklarını
söyledikleri halde öldükten sonra dirilmek hakkında şüphesi olanlar vardır.
Halbuki bu husus şüphe kaldırmayan iman esaslarından biri olarak “Amentü” de
yer almıştır.
Nitekim altı esas sayıldıktan sonra okunan
“Ölümden sonra dirilmek haktır.” cümlesi de ahirete imanın önemine dikkat
çekmektedir.
6-KADERE, HAYIR VE ŞERRİN YARATILMAK BAKIMINDAN ALLAH-U TEÂLÂ’DAN
OLDUĞUNA İNANMAK
Kader, Allah’ın sırlarından bir sır olup, bu
hususta çok konuşup yorum yapmaya müsait değildir.
Ancak her Müslümanın şuna inanması gerekmektedir
ki, Âlemlerin yaratılmasından sonsuza kadar olup bitecek hiç bir şey rasgele
olmayıp, her şey Allah-ü Teâlâ’nın kaderiyle, takdiriyle, ayarlamasıyla, düzenlemesiyle,
iradesiyle ve kudretiyle meydana gelmektedir.
Dolayısıyla yaratılmak bakımından hayır da şer de,
iyi de kötü de, sevap da günah da Allah tarafındandır.
Ancak Allah-ü Teâlâ kulun yaptığı hayırdan razı
olup şerre rıza göstermemektedir.
Böyleyken de imtihan olsun için kulun yapmak
istediği ve gücünü kullandığı kötülükleri yaratmaktadır.
Mevla Teâlâ, kulunu günah işlemeye zorlamayıp,
şerleri kulunun irade ve kudretini (istek ve gücünü) kötüye kullanması
neticesinde yarattığından, hiç bir şekilde mesul değildir. Kullar ise
yaptıklarından sorumlu olacaklardır.
İTİKADİ MEZHEPLER
SORU: İtikadi
(inanç konusunda) mezhepler kaç kısımdır?
CEVAP: iki kısımdır. “Ehl-i Sünnet”, “Ehl-i Bid’at
SORU: Ehl-i
Sünnet ne demektir?
CEVAP: Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem) ve ashabının gittiği yoldan gidenlerdir.
Zira Avf ibn-i Malik (Radıyallâhü Anh) dan rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem ) şöyle
buyurmuştur :
“Yahudiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar. (Bunlardan) biri Cennette,
yetmişi ateştedir.
Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. (Onlardan da) yetmişbir fırka ateşte, biri cennettedir.
Muhammed’in canı (kudret) elinde bulunan (Allah-u
Teal’âya) yemin ederim ki elbette benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka Cennette
yetmiş iki fırka ateştedir.
Bunun üzerine: “Ya Rasûlullâh! Cennette olan fırka
kimlerdir?” diye sorulduğunda, Rasûlullâh: (Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem)
“(Ehl-i Sünnet Ve’l) Cemaattir.” diye cevap verdi.
(lbn-i Mace, Fiten:17 No: 3992 2/1322 Ebu Davud,
Sünnet: 1 Na: 4596 2/608 Ahme4 Fbn-i Hanbel, Müsned Na: 8404 3/229)
Abdullah İbn-i Amr (Radıyallâhü Anh) dan rivayet
edilen diğer bir hadis-i şerifte de Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“Yakında benim
Ümmetim yetmiş üç
fırkaya bölünecektir ki, bunların biri dışında hepsi ateştedir”
0 zaman: “0 bir hangisidir?” diye sorulunca, Rasûlullâh (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem): “Bugün, benim ve
ashabımın, üzerinde bulunduğu
(yoldan gidenler) dir.” buyurdu. SORU:
Ehl-i Sünnet kaç kısımdır?
CEVAP: Üç kısımdır.
SORU: Selefiyye kimlerdir?
CEVAP: Ashab-ı Kiram ve tabiin’in mezhebini kendilerine
mezheb edinmiş fakihler (fıkıh âlimleri) ve mahaddisler (hadis âlimleri) dir.
Bunlar, Allah-u Teâlâ Hazretlerinin isimlerini ve
sıfatlarının ayet ve hadislerde beyan edildiği üzere Allah-u Teâlâ’nın şanına
uygun bir şekilde ispat edip, te’vile (yorum yapmaya) kalkışmayanlardır.
Mesela: Ebu Hureyre (Radıyallâhü Anh) in rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“Gecenin son
üçte biri kaldığı zaman
(imsak vaktinden önceki vakitlerde) Ulu ve Yüce olan Rabbimiz her gece dünya
semasına (şekilden
münezzeh olduğu halde)
iner ve:
‘Bana kim dua eder ki, onun duasına icabet edeyim!
Benden kim hacet (dilek) ister ki, ona (dileğini) vereyim! Benden kim mağfiret
diler ki, onu mağfiret edeyim!’
buyurur.”
Selefiyye mezhebi bu hadis-i şerifte geçen “Rabbimiz iner.” sözünü hakiki manasından
başka bir mana ile tevil etmeyip, “Rabbimiz, keyfiyetini (şeklini) bilmediğimiz
bir halde iner,” diyerek bu inişi Allah-u Teâlâ’nın şanına yakışır bir şekilde
ifade etmişlerdir.
Yine böylece ayet ve hadislerde Allah-u Teâlâ’ya
isnad edilen el, yüz, ayak gibi ifadeler de bu kabildendir.
SORU : Ebû Mansur-u Matüridi kimdir?
CEVAP: İmam Ebü Mansur-u Matüridinin adı Muhammed’dir. Hicretin 280. yılında,
Buhara ilçelerinden bir ilçe olan Maturid’de doğmuştur. Ve bu köye nisbet
edilerek kendi sine: “Matüridi” denilmiştir.
Ehl-i Sünnet itikadını müdafaa etmekte ve batıl
inançları akli ve nakli deliller getirerek reddetmekte büyük çaba göstermiş ve
bu hususta önemli kitaplar yazmıştır. Bu itibarla Maveraü’n-Nehr’de Hanefilerin
imamı olmuştur.
Binaenaleyh Hanefi mezhebinde bulunan
müslümanların çoğunluğu inanç ve itikatta Ebü Mansur-u Maturidi’ye bağlıdırlar.
Hicri 333 yılında Semer kant’ta vefat etmiş .
Üstadımız Hacı Mahmud efendi Hazretleri ile birlikte kabri şerifini ziyaret
etmek bu fakire nasip olmuştur.
SORU : İmam-ı Eş’ari kimdir?
CEVAP: İmam-ı Eş’ari’nin ismi Ali, baba sının adı da İsmail’dir. Hicretin 260.
yılında Basra’da doğmuş, 324. yılında Bağdat’da ansızın vefat etmiştir.
Kendisi Şam mezhebine bağlı idi. Maliki ve Şafii
mezhebine bağlı olanların hemen hemen hepsi, Hanefi’lerin bir kısmı ve
Hanbelilerin bazı ileri gelenleri itikat konularında İmam Ebu’l-Hasen
El-Eş’ariye uyarlar.
SORU : Eş’ariler kimlerdir?
CEVAP : Ebu’l-Hasen El-Eş’ari’yi itikat hususunda imam kabul eden kişilerdir.
SORU: Matüridi mezhebi ile Eş’ari mezhebi arasındaki ihtilaflar nasıl
yorumlanmalıdır?
CEVAP : Bu iki mezheb arasında temel prensiplerde ayrılık yoktur. Ancak; ikinci
derecede bulunan bazı meselelerde görünüşteki ifade değişikliğine dayanan
ayrılıklar var ise de, her iki mezhebin hedefleri birdir.
SORU: Ehl-i Bid’at kimlerdir?
CEVAP : Asr-ı saadetten sonra ortaya çıkmış, Şer’i bir delile dayanmayan bazı
inanç ve davranışları benimseyen gruplardır.
Diğer bir ifade ile Sünni kelamcılara göre:
Allah-u Teâlâ’yı bir şeye benzetme veya Allah-u Teâlâ’yı
cisim olarak kabul etme gibi aşırı görüşlere sapmayan Selef alimleri ile Matüri
diye ve Eş’ariye dışında kalan fırkaların tamamı Ehl-i Bid’at’dır.
SORU : Ehl-i
Bid’at’ı EhI-i Sünnet’ten ayıran temel özellikler nelerdir? CEVAP : Bu özellikleri aşağıdaki ana
noktalarda toplamak mümkündür:
1-
Nasların (ayet ve
hadislerin) ruhuna ve İslam’ın temel yönelişlerine vakıf olmamak.
Nitekim Mutezile’nin, mürtekib-i
kebire (büyük günah işleyen bir kimse) yi ne mümin ne de kafir saymaları bu
kabildendir.
Halbuki bir çok ayet-i kerime ve hadis-i
şeriflerde hiç bir günahın insanı dinden çıkartmayacağı açıkça belirtilmiştir.
2- Yabancı kültürlerin etkisi altında kalıp
ayet ve hadisleri uzak yorumlarla te’vil etmek. Sapık Mutezile fırkasının:
“0 gün bir takım yüzler aydındır. Rabbisine
bakıcıdır.” (Kıyamet Suresi: 22-23)
Ayet-i kerimelerini: “Rablerinin emrini
bekleyicidirler.” diye te’vil etmeleri son derece yanlıştır ve uzak bir
yorumdur.
3-
Kur-an’ın kendisine has
üslûp ve Arap dilinin ifade özelliklerine bakmaksızın bazı ayetlerin ve
hadislerin zahirine takılıp kalmak.
Yine aynı fırkanın:
“Gözler O’nu idrak edemez.” (En’am
suresi:103 den)
Ayet-i kerimesini: “Gözler Allah-u Teâlâ’yı
göremez’ diye tefsir etmeleri, Arap dilinin özelliklerini göz ardı
etmelerindendir.
Zira idrak, anlamak ve kavramak manalarına
gelmektedir ki, burada, Allah-u Teâlâ’nın öz zatının kimse tarafından idrak
edilemeyeceği, tam manasıyla anlaşılamayacağı, gören göz tarafından
kuşatılamayacağı açıklanmak istenmiştir.
Yoksa şekilsiz, örneksiz ve idraksiz bir görme
reddedilmemiştir. Aksine bir çok ayet ve hadislerde bu husus ispat edilmiştir.
4-
Ayet ve hadislerin
yorumlanmasında peşin ve indî görüşleri, ayet ve hadislerin murat (kastedilen) manalarına hakim kılmak.
İbn-i Teymiye ve sapık yandaşlarının:
“Rahman arşın üzerine istiva etti.” (Taha Suresi: 5)
Ayet-i celilesine: “Rahman arşın üzerine oturdu.”
diye mana vermeleri ve birçok hadis-i
şeriflerde:
“Allah-ii Teâlâ’nın nüzûlü” ile ilgili geçen
ifadeleri, bildiğimiz manada inmekle tefsir etmeleri, ayet ve hadislerden
kastedilen manaları anlamamazlıktan gelmektir.
Zira burada anlatılmak istenen, Allah-u Teâlâ’nın,
zatına layık bir istiva ile arşa hükmetmesidir.
Oturmak, kalkmak, inmek, çıkmak gibi işler ise
sonradan yaratılanlara mahsus olduğundan:
“O’nun (Allah-u Teâlâ’nın) benzeri hiç bir şey yoktur.”(Şura Suresi:11) ayet-i
kerimesiyle Allah-u Teâlâ’dan uzak tutulmuştur.
Yine böylece zamanımızda bulunan bazı kimselerin,
Mehdi ve Deccal ile ilgili hadis-i şerifleri kendi görüşlerine göre
yorumlamaları, gerçek Mehdi ile hiç alakası olmayan kimseleri Mehdi ilan edip,
hakiki Deccal’dan çok uzak olanları Deccallıkla vasıflamaları, Ehl-i Sünnetin
görüşlerine hiç uymamaktadır.
Evet! Hazreti Mehdi’den evvel onun öncüsü olmak
üzere bir takım Mehdi denebilecek âlimler, Deccal’dan önce de onun hazırlıkçısı
olan Deccalların çıkacağı hadis-i şeriflerde zikredilmiştir.
Fakat gerçek Mehdi’nin kıyamete yakın çıkacağı,
hakiki Deccal ile savaşacağı ve İsa (Aleyhisselam) in ona yardım etmek üzere
gökten ineceği hakkında, inkârı insanı kafir edecek derecede kati ve mütevatir
hadis-i şerifler bulunmaktadır ki biz bunların bir kısmını “Nüzü’l-i Mesih”
isimli (5 numaralı) risalemizde açıklamışızdır.
Bu sapıkların iddiasına göre ise Mehdi de Deccal
da gelmiş geçmiş fakat ne İsa (Aleyhisselam) inmiş ne de kıyamet kopmuştur.
5-
İslam’ın ilk neslini
oluşturan ve onu her yönüyle sonraki nesillere aktaran Ashab-ı Kiram (Radıyallâhü
Anhüm) a karşı iyi niyetli olmamak.
Onların, özellikle dini ilgilendiren rivayet, anlayış
ve uygulamalarına değer vermeyip, kendi indî yorumlarını onların üstünde
tutmak.
Nitekim Şia fırkasının Ebubekir, Ömer ve Osman (Radıyallâhü
Anhüm) hazaratını sevmemeleri, Hazreti Muaviye ve onunla birlikte bulunan on
bin sahabiyi kafir saymaları ve onların dini hükümlerle ilgili rivayetlerini
reddetmeleri bu maddenin en güzel örneğidir.
Yine aynı fırkanın, çıplak ayağa meshetmeyi ve
Müt’a nikahım kabul etmeleri, Sahabenin nakil ve tatbiklerine itibar etmeyip
kendi yorumların onlara tercih ettiklerinin göstergesidir.
6 - Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
in Kavli, Fiili ve Takriri sünnetine karşı menfi (olumsuz) bir tavır takınmak.
Nitekim bazı kimselerin Rasûlullâh (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) in emrettiği ve tatbik ettiği sakal ve sarık gibi önemli
sünnetleri kabul etmedikleri ve daha nice sünnetleri hafife alıp reddettikleri
görülmektedir.
7-
Kur’an ve İslam’ın temel
prensipleriyle bağdaştığı halde kendi görüşleriyle bağdaştıramadıkları bazı
hadis-i şerifleri mütevatir olmadıkları gerekçesiyle reddetmek.
Nitekim Şia mezhebi Ebubekir ile Ömer (Radıyallâhü
Anhüma) nın fazileti hakkındaki bir çok hadis-i şeritleri inkâr etmektedirler.
8-
Kendi mezhep
anlayışlarım desteklemek amacıyla hadis uydurmak veya bu tür hadisleri rivayet etmek.
Mesela Şia mezhebi, halifeliğin Ebubekir (Radıyallâhü
Anh) dan evvel Hazreti Ali’ye ait olduğu hususunda bir çok hadis
uydurmuşlardır.
Nitekim Aliyyül-Kâri (Rahimehullah), Şia’nın Ehl-i
Beytin fazileti hakkında üçyüz bin hadis uydurduklarını nakletmiştir.
9-
Ashab-ı Kiram’dan
itibaren oluşan Cumhûr-u Müslimin’in (çoğunluğun) din anlayışından kopup
ayrılmak, azınlık halet-i ruhiyesi içerisinde karşı grupları küfür (kafirlik)
le itham etmek (suçlamak).
Nitekim günümüzdeki Vehhabi fırkası, Matüridi ve
Eş’ari gibi Ehl-i Sünnet’in temsilcilerini ve mensuplarını kafir sayarak bu
vartaya (uçuruma) düşmüşlerdir.
10-
Dinin temel hükümlerini,
ayet ve hadislerin ruhundan ve Cumhur Ulemanın görüşlerinden kopararak, sürekli
tartışmaya açık tutmak.
Şimdi bir takım sapıklar türemiş, Vakfe’nin arefe
günü olması gerektiği ile ilgili sağlam hadis-i şerifler ve Cumhur’un ittifakı
varken Vakfe’nin hac aylarının herhangi bir gününde yapılabileceğini söyleyecek
kadar ileri gitmişlerdir.
SORU :Ehl-i Bid’at’ın itikad yönünden hükmü nedir?
CEVAP :Zarurat-ı Diniye’yi (dinde kesin sabit olan hükümleri) kabul etmekle
birlikte, bunların herhangi birini ortadan kaldırma sonucunu doğurmayan
yorumları benimseyenler küfre nisbet edilemez (kafir sayılamaz).
Sadece İslam’ın dosdoğru yolundan sapmış
“Fırak-ı Dalle” olarak isimlendirilirler. (Şehristani, El-Milel Ven-Nihal:
1/203)
Burayı şöyle bir misalle açıklayalım: Şia
mezhebinden Ebü bekri Sıddık (Radıyallâhü Anh) ın sahabeliğini inkar edenler
veya Hazreti Aişe (Radıyallâhü Anha) ya iftira edenler kafir olurlar.
Zira Hazreti sıddık’ın sahabeliği ve Aişe anamızın
beraati (zinadan uzaklığı) Kur’an-ı Kerim ile sabittir.
Fakat bu gibi kesin hükümleri kabul edipte Hazreti
Ali’nin diğer halifelerden üstün olduğunu iddia edenler ve onları sevmeyenler
kafir sayılmasalar da sapık olduklarında hiç şüphe yoktur.
ALLAH’U TEÂLÂ’NIN ZATI VE SIFATLARIYLA
İLGİLİ İTİKADIMIZ :
SORU: Bir Müslümanın Allah-u Teâlâ’ya olan inancı ne şekilde olmalıdır?
CEVAP: Allah-u Teâlâ’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olduğuna inanması şeklinde
olmalıdır.
SORU: Allah-u
Teâlâ’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olmasının manası nedir? CEVAP : Zâti ve sıfatlan hususunda eşi ve
benzerinin olmamasıdır.
SORU : Allah-u Teâlâ’nın sıfatları kaç kısımdır?
CEVAP : Tenzihi (Selbi), Subûti ve Fiili olmak üzere üç kısımdır.
SORU :Tenzihi (Selbi), sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teâlâ’ya nelerin isnad edilemeyeceğini anlatan sıfatlardır.
SORU : Tenzihi
(Selbi) sıfatlar nelerdir? CEVAP :
Tenzihi (Selbi) sıfatlar altı tanedir; 1- Vücut,
2-
Kıdem,
3-
Bekâ,
4-
Vahdaniyet,
5- Muhalefetün Li’l-Havadis, 6- Kıyam bi nefsihi.
SORU: Vücut ne demektir?
CEVAP : Yokluğu düşürtülmemektir. Bazı itikat kitaplarında vücut sıfatını tenzihi
(selbi) sıfatlardan saymayıp, ona “Sıfatı Nefsiyye” denilmiştir. (Muvazzah
ilm-i Kelam, osmanlıca shf. 118)
SORU : Kıdem ne demektir?
CEVAP: Varlığının başlangıcı olmamak.
SORU :Bekâ ne demektir? CEVAP : Varlığının sonu olmamak. SORU: Vahdaniyet ne demektir? CEVAP: Ortağı bulunmamak.
SORU: Muhalefetün Li’l-Havadis ne demektir? CEVAP
: Yaratılmışlara hiç bir yönden
benzememek. SORU: Kıyam bi nefsihi ne demektir?
CEVAP: Varlığı için başkasına muhtaç olmamak.
Görüldüğü gibi bu sıfatlarla,
ulühiyete (ilahlığa) nisbet edilmesi mümkün olmayan; 1- Yokluk,
2- Varlığın başlangıcı olma, 3-
Varlığın sonu olma,
4- Ortağı bulunma,
5-
Yaratılmışlara benzeme,
6-
Varlığı için başkasına
muhtaç olma,
kavramları selb (nefy) edilmiştir. Bu
itibarla da bu sıfatlara “Selbi’ sıfatlar denilmiştir. Ayrıca: ‘Kelam ilmi” ile
alakalı kültür geliştikten sonra Selbi sıfatlar çoğaltılmıştır.
Şöyle ki: muteber kitaplarımızdan olan
“Akaid-i Nesefi” de selbi sıfatlara şunlar da
eklenmiştir.
Allah-u Teâlâ:
1-
Araz (renkler ve
hareketler gibi, kendi başına duramayan, belirebilmesi için bir cevhere muhtaç
olan şey),
2- Cisim (yer kaplayan, eni, boyu, yük
sekliği olan madde), 3- Cevher (başlı
başına durabilen madde),
4-
Şekle bürünen,
5-
Sınırlandırılan,
6-
Nicelenen,
7-
Hacimli olan,
8- Birleşik parçalardan teşekkül etmiş olan, 9- Sonu olan,
10- Mahiyet ve keyfiyeti olan, 11-
Mekan tutan,
12-
Üzerinden zaman geçen,
13-
Kendisine bir şey benzeyen,
14-
Herhangi
bir şey ilim ve kudretinin dışında kalan bir varlık DEĞİLDİR. SORU: Sübûti sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teâlâ’nın zatına nisbet edilen ve O’nun ne olduğunu ifade eden
sıfatlar demektir. Bu sıfatlara “Zatiye, Vücûdiye” sıfatları da denilir.
SORU: Sübûti sıfatlar nelerdir? CEVAP : 1- Hayat: Diri olmak, 2- İlim: Bilmek,
3-
Sem’: İşitmek,
4-
Basar Görmek,
5- Kudret:
Güç yetirmek,
6- İrade: Dilemek,
7-
Kelam: Konuşmak,
8-
Tekvin: Oluşturmak.
Bu sıfatların yok sayılması durumunda
onların zıttı olan aşağıdaki sıfatlar lazım gelir. 1- Mevt: Ölü olmak,
2-
Cehl: Bilmemek,
3- Samem: Sağır olmak, 4- Amâ: Kör olmak,
5-
Acz: Aciz olmak,
6- Kerahiyet: İsteksiz olmak, 7- Bekem: Dilsiz olmak.
Maturidi’ler Allah-u Teâlâ’nın subuti sıfatlarına:
“Yapmak, yaratmak ve oluşturmak” anlamına gelen: ‘Tekvin” sıfatnı ekleyerek
subuti sıfatların sekiz adet olduğunu söylemişlerdir.
Bu Tekvin sıfatı yok sayılması durumunda zıttı
olan mana lazım gelmez.
Zira Allah-u Teâlâ hakkında “Tekvin” (yaratmak, yapmak, oluşturmak) sıfatı düşünülebileceği gibi, yaratmamak,
yapmamak da düşünülebilir.
Burada yeri gelmişken Allah-u Teâlâ’nın subuti
sıfatlarıyla ilgili bazı açıklamalar yapalım:
1- Hayat (Allah-u Teâlâ’nın diri
olması),
Allah-u Teâlâ diridir. Bu diriliği ezdi ve ebedi
olup başlangıcı ve sonu yoktur. Hudüs (sonradan olma) ya da fena vasfında (yok
olacak nitelikte) değildir.
2-İlim (her şeyi bilmesi),
Allah-u Teâlâ yerde ve gökte olan her şeyi bilir,
ona gizli ve açık diye hiç bir şey yoktur. Kâinattaki yaprakların sayısı,
çiçeklerin, tanelerin, kumların adedi ve denizlerin damlaları onca malumdur.
Geçmişi geleceği, insanın kalbine gelen
düşünceleri, diliyle konuştuklarını, iç ve dışını çok iyi bilir. 0, hazır
(görünen) ler ile gaip (görünmeyen) leri bilir.
Gaybı (gelecekte olacağı) bilen yalnız O’dur,
başkası bilemez, bilenler de ancak O’nun bildirmesiyle bilebilirler.
0, unutmaktan, şaşırmaktan beri (uzak) tır.
Bilmesi kendinden olup duyu organları ve akıl gibi vasıtalarla değildir.
3-
Sem’ (her şeyi duyması),
Allah-u Teâlâ semi’ (duyucu) dur. Sesli ya da
sessiz olan her şeyi duyar. Bir kimsenin kulağına fısıldanıp kendisinin
duymadığı şeyleri de duyar.
Duyması kulak gibi bir aletle değildir. İşitmesi
sonradan olma değildir. Yok olucu da değildir.
4-
Basar (her şeyi görmesi), Allah-u Teâlâ her şeyi görücüdür.
Simsiyah bir gecede siyah karıncanın siyah bir taş üzerinde yürümesini görür,
ayağının sesini duyar.
O’nun görmesi göz vasıtasıyla değildir. Bu sıfat
da hem ezeli hem ebedidir (sonradan olmadığı gibi yok olucu da değildir).
5-
İrade (dilemesi),
Allah-u Teâlâ dileyicidir, dilediği her şeyi
yapar. Dilemediğini de yapmaz. Cihanda olan iyi ve kötü ne varsa her şey O’nun
dilemesiyle olmuştur.
Hiçbir kimse ve hiç bir şey O’nu bir şey yapmaya
ve dilemeye mecbur edemez.
Şu halde kendisine itaat eden müminlerin bu
hallerini dileyen O’dur. O dilemese kimse iman edemez ve O’na itaat da
bulunamazdı.
Kâfirlerin küfrünü ve fasıkların fıskını
(yaptıkları kötülükleri) dileyen de O’dur. O dilemeseydi hiç kimse kâfir ve
fasık olmazdı. 0 dilemeden bir sivrisineğin kanadını oynatması bile mümkün
değildir.
Biz ne yapıyorsak O’nun dilemesiyle yapıyoruz,
O’nun dilemediği şeyler olmaz. Eğer olsaydı bu O’nun acizliğine alamet olurdu
ki, Cenab-ı Hak bundan münezzehtir. 0 dileseydi bütün insanları kâfir ya da
mümin yapabilirdi.
Eğer burada: “Neden bütün insanların
mü’min olmasını dilememişte çoğunun kafir olmasını dilemiştir?’ denecek olursa
buna şöyle cevap verilir:
Cenab-ı Hakkın dilediği ve yaptığı işler den ve bu
işlerin hikmetinden sual olunmaz (sorulmaz). 0 herkese sual soran ve dilediğini
yapan faili muhtar (istediğini yapmakta serbest) olan zattır.
O’nun yaptığı her şeyde sayısız hikmet (incelik)
ler vardır. İnsanların aklı bunları idrak edecek (anlayacak) durumda değildir.
Bu demektir ki O’nun kâfirleri yaratıp, onların
küfrünü murad etmesinde, yılan, akrep gibi zararlı hayvanları ve diğer türlü
kötülükleri yaratmasında olduğu gibi, bizim idrak edemediğimiz sayısız faydalar
vardır ki, bizim bunları bilmemiz de gerekli değildir.
Bize gerekli olan, Allah’ın her iş ve muradında
bir hikmetin bulunduğunu bilmektir. O’nun iradesi ezeli ve ebedi olup, sonradan
olma değildir.
6-
Kudret (her şeye gücü yetmesi),
Allah-u Teâlâ her şeye kadirdir. 0, mümkün olan
her şeyi ve dilediğini yaratır. 0 istese ölüye hayat verir. Ağaç ve taşı
konuşturur ve yürütür.
O’nun güç yetiremediği hiç bir şey yoktur. o
dilese binlerce göğü ve yeri yaratır. Dağları altına ve gümüşe çevirebilir.
Nehirleri tersine akıtabilir. Akan sulan gümüş ve altın yapabilir.
Dilediği kulunu doğudan batıya, yeryüzünden
yedinci kat semaya çıkarıp geriye döndürebilir. O’nun kudreti ezeli ve ebedi
olup sonradan olma ve geçici değildir.
7-
Kelâm (harf ve sese muhtaç olmadan konuşması),
Allah-u Teâlâ söyler, konuşur fakat O’nun
konuşması bize benzemez, konuşması dil ile değildir.
Bazı kullarına vasıtasız olarak hitap eder. Mesela
Musa (Aleyhisselam) a Tur dağındaki nidasıyla, Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem) e miractaki hitabı bu hususta birer örnektirler.
Bazı kullarına Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla
hitap etmiştir. Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) e gelen vahiylerin
ekserisi böyledir.
Kur’an Kerim Allah-u Teâlâ’nın sözüdür. Başlangıcı
ve sonu yoktur. Mahlûk (yaratılmış) olmadığı gibi geçici de değildir.
8-
Tekvin (dilediğini yaratması),
Allah-u Teâlâ dilediğini yaratır. Zerreden Kürreye
varıncaya kadar her şeyi 0 yaratmıştır. O’ndan başka Halik (yaratan) yoktur.
Canlıların hareket ya da sükun (duruş) larını,
itaat ve isyanlarını, iman ve küfürlerini bütün hayır ve şerri yaratan O’dur.
Elin hareketi, dilin konuşması gözün yumulup açılması hep O’nun
yaratmasıyladır.
Bu hususta Mevla Teâlâ:
“Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat
Suresi.96) buyurmaktadır.
Dolayısıyla herkesin yaptığı amel ve işlerin
yaratıcısı Allah-u Teâlâ’dır. Bize verdiği iradey-i cüziyye ile bizi yaptığımız
işlerin faili (yapıcısı) kılmıştır.
Bu sebeple herkes yaptığı işlerin ceza ve
mükafatını görecektir. Bütün canlıları yaratan 0 olduğu gibi hepsini
rızıklandıran, hasta yapan ve sıhhatte tutan, öldüren ve dirilten Odur.
Ateşle temas halinde elin ısınması ya da
yanmasını, karla ve buzla temasında üşümesini yaratan O’dur.
Bir kimseyi ateşe atsalar da Allah o kim şeyi
dilerse yakmamaya kadirdir. Nitekim İbrahim (Aleyhisselam) ı yakmayışı bunun
misalidir.
Yine karlar içindeki bir kulunu üşütmeyebilir.
Ancak Cenab’ı Hakkın adeti öyle cereyan eder ki ateşle temas yanmayı
gerektirir. Allah-u Teâlâ da onu yaratır.
Üşümeyi yaratan da kar değildir. Ancak Allah-u
Zülcelal’dir. Tokluğu yaratan da Allah’u Teâlâ’dır. Eğer 0, tokluğu
yaratmasaydı insanlar ne kadar yeseler doymazlardı.
Acıkmak ve diğerleri de bunun gibidir. Hulâsa
Allah’tan başka yaratan ve etkileyen yoktur. Her şey O’nun yaratığıdır.
O’nun bu sıfatları zatıyla kaim olup kadimdirler,
sonradan olmadıkları gibi yok olmaz ve değişmezler.
İşte Allah-u Teâlâ’yı bu sıfatlarla muttasıf
olarak tanıyan kul: “Arif” (Allah’ı
bilici) sayılır.
Allah-u Teâlâ’yı bu sıfatların zıddı olan noksan
sıfatlarla vasıflayan (niteleyen) ise mü’min ve Müslüman olamaz. Allah’a
inanması da muteber sayılmaz.
Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi Allah a
inandıklarını iddia etseler de ona oğul ve hanım isnad ettikleri için kafir
sayılmışlardır.
SORU : Fiili sıfatlar ne demektir?
CEVAP: Allah-u Teâlâ’nın kainatla olan münasebetini en açık bir şekilde ifade
eden ve O’nun kainatı yaratış ve idare
edişini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan
sıfatlardır.
Allah-u Teâlâ’nın: Tahlik (icat etmek, yoktan yaratmak), Terzik (rızık vermek), İhya (diriltmek),
İmate (öldürmek), Ten’im (nimet vermek), Te’zib (azap etmek) gibi bütün filleri, Allah-u Teâlâ’nın subuti
sıfatı olan: “Tekvin” sıfatına raci
(dönücü) dür.
SORU : Matüridiler, Allah-u Teâlâ’nın subuti (zati) ve
fiili sıfatları hakkında ne demişlerdir?
CEVAP: Bu sıfatların hepsi Allah-u Teâlâ nın zatı ile kaim (zatında) olup
kadimdirler.
Zira kulların görme, işitme gibi sıfatlan onlardan
ayrılır. Allah-u Teâlâ’nın sıfatları ise O’ndan ayrılmaz.
SORU : Bu sıfatların kadim olmasının manası nedir?
CEVAP: Allah-u Teâlâ’nın zatının evveli (başlangıcı) olmadığı gibi, zatıyla kaim
olan bu sıfatların da evveli yoktur.
Zira kadim (evveli olmayan) zatın, kadim olmayan
(hadis; sonradan olan) sıfatlara mahal olması (onlarla vasıflanması)
düşünülemez.
Selefiler ve Eş’ariler de, subûti (zati) sıfatlar
hakkında Matüridilerle aynı görüştedirler, ancak Eş’ariler, fiili sıfatların
hadis olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Onlar, ilim sıfatına kudret ve iradenin
eklenmesiyle fiili sıfatların tamamlanabileceği görüşündedirler.
Onlara göre Matüridilerin fiili sıfat olarak kabul
ettikleri sıfatlar, doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin
taallüklarını temsil ederler. Kadim olmayıp hadistirler.
Dolayısıyla hadis olan bu sıfatlar Allah-u Teâlâ’nın
zatıyla kaim değildirler.
SORU : Allah-u
Teâlâ’nın subûti ve fiili sıfatlarının zatı ile olan münasebeti nedir? CEVAP : Allah-u Teâlâ’nın bu sıfatlan,
zatının ne aynı ne de gayrıdır.
SORU: Bir şey diğer bir şeyin aynı değilse gayri olması, gayri değilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre
yukarıdaki ifade çelişkili değil midir?
CEVAP : Çelişkili değildir, çünkü “Şerhu-l Emali” de belirtildiği üzere
Ehl-i Sünnet alimleri: “Sıfat zatın aynı değildir.” derken, sıfatları zatın
aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı
Mutezili kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar, “Gayrı
değildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu
düşüncesinden kaçınmışlardır.
Veya: “Gayri değildir.” derken sıfatı zattan
ayırıp beşer seviyesine indiren ve Isa (Aleyhisselam) bedeninde maddileştiren
Hıristiyanların yanlış inançlarından kaçınmak istemişlerdir.
İNANÇ
YÖNÜNDEN İNSANLAR
SORU: İnanç
bakımından insanlar kaç kısımdır? CEVAP : İnanç bakımından insanlar üç
kısımdır ; 1- Mü’min,
2-
Kâfir,
3-
Münafık.
SORU : Mü’min kime denir?
CEVAP : İslam dininde kesin delillerle sabit olup “Zaruriyat-ı diniye” diye
isimlenen esasları ve hükümleri kalp ile tasdik edip kabullenen kişiye denir.
SORU: Kafir kime denir?
CEVAP : İslam dininde kesin delillerle sabit olan hükümlerin hepsini veya birini
kabul etmeyip inkar eden kişiye denir.
SORU : Münafık kime denir?
CEVAP: İslam dininde kesin delillerle sabit olan hükümleri kalben tasdik etmediği
hal de diliyle “tasdik ettim” diyen kişidir.
Münafıkların İslam’a zararı kâfirlerinkinden fazla
olduğu için Münafıkların azabı Kâfirlerden daha şiddetli olacaktır.
SORU: Kâfirler genel olarak kaç kısımdır?
CEVAP : Kafirler bir çok kısımlara ayrılmakla beraber yaygın olanları şunlardır;
Tabiatçılar: Bu kısım kafirler, kainatı yoktan var edenin
Allah-u Teâlâ olduğunu inkar edip, bütün mahlukatı zaman ve tabiata dayandıran
kişilerdir.
Putperestler: Kâinatı yoktan varedenin Allah-ü Teâlâ olduğunu
kabul etmekle beraber, Allah-u Teâlâ’nın bir olduğuna inanmayıp, bir çok
yaratıcı ve mabudun varlığına inanan kimselerdir.
Felsefeciler: Kâinatı yoktan vareden Allah-u Teâlâ’nın varlığını
ve birliğini kabul etmekle beraber, Peygamberlik müessesesini ve onların tebliğ
ettiği şer’i hükümlerin hepsini veya birini inkar eden kimselerdir.
Ehl-i Kitap: Yahudi ve Hıristiyanlar. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın
varlığını ve birliğini, Peygamberliği ve Şeriatı kabul etmekle beraber, bir
kısım Peygamberleri inkar eden kimselerdir.
İNSANI DİNDEN
ÇIKARAN SEBEPLER
SORU: Mürted kimdir?
CEVAP : İslam dinini kabul ettikten sonra dinden çıkan kimsedir.
Şöyle ki; Hiç küfre bulaşmadan esasen müslüman
olan veya küfre bulaştıktan sonra İslam dinini kabul edip onunla şereflenen
şahsın, yeniden başka bir dine dönmesi veya hiç bir dinin müntesibi olmayıp
inkara sapmasıdır.
SORU : İslam dini ile şereflenen bir müslümanın mürted olması, (dinden
çıkması) nı gerektiren sebepler nelerdir?
CEVAP: Bir müslümanın mürted olmasını gerektiren sebepler başlıca dört kısımdır:
1- Söz,
2-
Fiil,
3-
İtikat (inanç),
4-
Şek (şüphe).
SORU: Bir
müslümanın kafir olmasını gerektiren sözler, yani; “Elfaz-ı küfür” nelerdir? CEVAP : Bu sözler genel olarak aşağıdaki
ana başlıklarda toplanmıştır:
1- Ulûhiyet: Allah-ü Teâlâ’nın
ilah olmasıyla ilgili sözler:
a)
Allah-u Teâlâ’nın zatı,
sıfatlan ve fiilleri konusunda ilahlık makamıyla bağdaşmayan, tevhid akidesine
aykırı düşen sözler. Mesela; Allah-u Teâlâ’nın ortağı, oğlu, eşi olduğunu ifade etmek.
b)
Ayet ve Hadislerle sabit
olan sıfatların inkarına götüren sözler. Mesela; Allah-u Teâlâ’nın: ‘Hayat ve
ilim” sahibi olmadığım ifade etmek.
c)
Yaratıcı olan Allah-u Teâlâ’yı
yaratıklara benzeten sözler. Mesela; Allah-u Teâlâ’nın ay, yıldız, güneş, insan
vesaire gibi yaratılmış olan şeylere benzediğini ifade eden sözler.
d)
Ulûhiyete ait herhangi
bir hususu alaya alan sözler. Mesela; zalimin: “Allah-u Teâlâ’nın takdir
etmediği şeyi yaparım.” şeklinde ifadesi.
2- Nübüvvet: Peygamberlerle
ilgili sözler ;
a)
Son Peygamber Hazreti
Muhammed (Aleyhisselam) dahil olmak üzere bütün Peygamberlerin ilahi emirleri
insanlara tebliğ etmekle görevli elçiler olduklarını reddeden ifadeler.
Mesela; Âdem (Aleyhisselam) in Peygamber olmadığını iddia etmek. (Mecmeu‘l-
Enhur:1/700)
b) Peygamberlerle alay edip getirdikleri vahyi yalanlayan ifadeler.
c)
Peygamberleri kötüleyen,
küçümseyen ve onlara dil uzatmayı ifade eden
sözler.
d)
Namaz, oruç, zekât, hac,
cihat gibi ibadetleri Peygamberin öğrettiği şekilde kabul etmemeyi ifade eden sözler.
Mesela; Zekâtın, malın kırkta birinden
verileceğini, namazın beş vakit olduğunu inkara götüren sözler gibi.
e)
Herhangi bir kişiyi veya
onun görüşlerini Peygamberlerden üstün görmeyi ifade eden sözler.
O Hazreti Muhammed (Aleyhisselam) in Peygamber
olduğunu kabul edip son Peygamber olduğunu kabul etmemek. (Mecmeu’l-Enhur:
1/700)
3- Kur’anla ilgili sözler;
a)
Kur’an’ın tamamını veya
bir kısmını inkara götüren ifadeler.
b)
Kur’an’daki iman,
ibadet, hukuk, ahlak konularına ilişkin bilgilerin yanlışlık ve eksiklik taşıdığını
öne süren ifadeler.
c)
Kur’an’ın haram
kıldığını helal gösteren ifadeler.
Mesela; Faiz, Zina, Domuz eti yemek, haksız yere
adam öldürmek gibi, haramlığı kesin olarak sabit olan hareketlerin caiz
olduğunu iddia etmek.
d)
Et ve Ekmek gibi helal
olduğu kesin icma ile sabit olan şeylerin haram olduğunu ifade eden sözler.
4- İslâmi ilimlerle ve İslâm âlimleriyle ilgili sözler;
a)
İslami (Tefsir, Fıkıh,
Hadis, vb.) ilimlere ve İslam âlimlerine karşı tavır alıp dinin gelişmesine
yönelik hizmetleri engelleyici sözler.
Mesela; Hafızlık yapan (Kur’an-ı Kerim’i
ezberleyen) kişinin bu amelini hakir görerek ona: “Cenaze imamı mı olacaksın?
bu sana ne faide verir, vah zavallı çocuk beynin tahrip oluyor, bu çocuklara
yazık değil mi?” şeklinde ifadeler kullanmak.
b)
İslamiyet’i temsil
ettiklerinden dolayı alimler hakkında sarfedilen alaycı ve küçümseyici
ifadeler.
5- Değişik konular;
Kur’an’ın sadece araplara mahsus bir kitap
olduğunu ifade eden, yine Kur’an’ı Hazreti Muhammed (Aleyhisselam) in kendi
eseri ve felsefesi olarak gösteren, İslamiyet’in veya Şeriat’ın çağ dışı bir
sistem olduğunu iddia eden sözler bu gruptandır.
Not:
“Elfaz-ı Küfür” hakkında yazılan
bazı kitaplarda, bu lafızları (sözleri) kullanan kişilerin niyetleri dikkate
alınmadan şekilci bir yaklaşımla müslümanlar hakkında tehlikeli sonuçlar
doğuracak hükümler mevcuttur.
Âlimler: “Elfaz-ı Küfr’ün kişiyi küfre sokması
için bazı şartlan ileri sürmüşlerdir:
Bu şartlardan birincisi; kullanılan ifadenin küfre
sokacağı hususunda alimlerin ittifak etmiş olmalarının gerekli olduğudur.
“Elfaz-ı Küfür” den olduğu sabit olan bir sözü,
“Elfaz-ı Küfür” den olduğunu bilmeyerek söyleyen kişinin küfre girip
girmeyeceği hususunda ihtilaflar vardır.
Bu itibarla âlimlerin çoğunluğu bu kişilerin kafir
olmayacağı hususunda birleşmişlerdir.
Mesela; Allah-u Teâlâ’nın baba olduğuna
inanmayarak, sırf cehaletinden “Allah baba” diyen kişinin, kafir kabul
edilmemesi daha münasiptir.
Zira kişi bu sözüyle Allah-u Teâlâ’yı yücelttiğini
zannetmektedir.
SORU: Bir Müslümanın Kâfir olmasını gerektiren fiiller
nelerdir?
CEVAP: Putlara veya Güneş ile Ay’a, Yıldızlara secde etmek gibi küfre götüren
herhangi bir harekettir.
Veya Kur’an-ı Kerim’i temiz olmayan bir yere
(örneğin tuvalete) atmak,
Ramazan ayında hiçbir mazeret olmaksızın, Müslümanların
arasında alenen yemek, içmek gibi işlerdir. Zira bu fiiller inkârdan kaynaklanmaktadır.
Kâfirlerin kutsal kabul ettiği Yılbaşı ve benzeri
günlerde tebrik maksadı ile hediyeleşmek de insanı kâfir eder.
SORU : Bir Müslümanın Kafir olmasını gerektiren inançlar
nelerdir?
CEVAP: İslâm dininin hak olduğuna veya İslam dininde kesinlikle sabit olup
inanılması farz olan herhangi bir hükmün aksine kalben inanmaktır.
Bu kâinatın kadim (evveli olmadığına), kâinatın
yaratıcısı olan Allah-u Teâlâ’nın hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna inanmak
gibi.
SORU: Bir Müslümanın Kâfir olmasını gerektiren şüphe nedir?
CEVAP: İslam dininde kesinlikle sabit olup “Zarûrat-ı Diniyye” ismini alan ve
kapalı kalması tasavvur edilemeyen
şeylerden herhangi birinde şüphe ederek “acaba bu öyle midir?” diye tereddüt etmektir.
Allah-u Teâlâ’nın varlığında, Peygamberlerin
doğruluğunda, Kıyamet gününün gerçekleşmesi hususunda şüpheye düşmek gibi.
Not: Yukarıda yazdığımız dört kısımdan herhangi
birisiyle kişinin Allah-u Teâlâ katında Kâfir olması gerçekleşmiş olur.
Fakat İslâm hukukuna göre bir kimsenin küfre
girdiğine hükmedilebilmesi için, bu küfrünü; ya sözü ile veya fiili ile açığa
çıkarmış olması lâzımdır.
Herhangi bir kimsenin kalbî olan hallerine vakıf
olunamayacağından, itikadını, şek ve şüphesini açığa çıkarmadıkça kâfir
sayılamaz.
Ehl-i Sünnet
Ve’l cemaat mezhebinin muteber itikat kitaplarından: “Akaid-i Nesefi” aşağıdaki zikredilecek olan şeylerin kişiyi küfre
sokacağını açıkça ifade etmiştir.
1-
Ayet ve Hadislerin
zahiri manalarını bırakıp Ehl-i Batın’ın iddia ettikleri manalara sapmak
küfürdür.
Çünkü bu, Peygamber (Aleyhisselam) den geldiği
kesinlikle sabit olan bir şey konusunda Nebi’yi yalanlama manasına gelmektedir.
Batınîler, “Kur’an’ın zahiri manaları değil batıni
manaları esastır” derler. Gayeleri zahiri manaları ve bedeni ibadetleri ortadan
kaldırıp, şeriatı kökünden yok etmektir.
Tasavvuf ehli, Hakka vakıf bir takım kişilerin:
“Kur’an’ın zahiri manasına en küçük bir gölge düşürmeden onlarla sülük ehli
için malûm bir takım ince manaların arasını telif etmek (birleştirmek)
mümkündür.” demeleri, kamil iman ve saf irfanın neticesidir.
2-
Kitap ve Sünnetten kesin
nasların delalet ettiği hükümleri inkar ile nasları reddetmek küfürdür.
Mesela; cesetlerin haşrı (mahşer günü dirilmesi).
Çünkü bu nasları reddetmek, açıkça Allah ve
Resulünü yalanlamaktır. Binaenaleyh bir kimse Hazreti Aişe (Radıyallâhü Anha)
validemize zina iftirasında bulunursa Kâfir olur.
Çünkü Hazreti Aişe (Radıyallâhü Anha) validemizin
tertemiz olduğu, nas (kesin delil, ayet-i kerime) ile sabittir.
3-
İster büyük olsun, ister
küçük olsun, günah oluşu kesin delille sabit olan herhangi bir günahı helal
saymak küfürdür.
4-
Haram oluşu kesin
delille sabit olan bir haramı önemsememek küfürdür.
5-
Şeriatla alay etmek küfürdür.
Zira 4. ve 5. maddeler Allah ve Resulünü yalanlama
alametleridir.
6-
Allah-u
Teâlâ’dan ümit kesmek küfürdür. Çünkü Allah-u
Teâlâ:
“Doğrusu Allah(-u Teâlâ) nın
rahmetin den kafirlerden
başkası ümit kesmez”
buyurmaktadır.
(Yusuf Suresi: 87)
7-
Bir kimsenin kesin
olarak cennete gireceğine inanması şeklinde Allah-u Teâlâ’dan emn (emin olmak) küfürdür.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Allah-u Teâlâ’nın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah(-u Teâlâ’n)ın mühlet vermesinden emin
olamaz” buyurmaktadır. (Araf Suresi: 99)
8-
Kâhin’in gaybe dair
verdiği haberi tasdik etmek küfürdür.
Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallâhü Anh) den rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse kâhine veya Arraf (gayb ilmini bildiğini iddia eden bir kimseye, yıldız falına
bakan) a gider de verdiği haberi
tasdik ederse, Allah (-u Teâlân) ın Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) e
indirdiğini inkâr etmiş (kafir olmuş) olur.” (Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned 3/419, Tirmizi, Taharet: 102
No:135 1/242, Hakim, Müstedrek No: 15,1/50, Beyhaki, Sünni-i Kübra No:16496,
8/233)
Kâhin: Gelecek zamanda vuku bulacak hadiseleri haber
veren, bir takım sırları bildiğini ve gayb alemine ait bilgilere vakıf olduğunu
iddia eden kişidir.
9-
Hiç bir veli asla bir
nebinin derecesine ulaşamaz.
Çünkü Nebiler masumdurlar, kötü bir şekilde ölmek
korkusundan emindirler. Vahiy ve vahy meleğini görme ile ikram olunmuşlardır.
Velilerin kemalâtıyla vasıflandıktan sonra şer-i
hükümleri tebliğ ve halkı irşat işiyle vazifelendirilmişlerdir.
“Velinin Nebiden üstün olduğunu söylemek küfür ve sapıklıktır.”
Evet, Nebinin hem nübüvvet hem de velayet
rütbeleriyle vasıflandığı ve bu sıfatlarla vasıflanan nebinin veliden daha
üstünlüğünün kesin olduğunu kabul ettikten sonra, “nebinin, nebilik rütbesi mi,
yoksa velilik rütbesi mi daha üstündür” konusunda tereddüd edilebilir.
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sırruhu) Mektûbatında bu
konuya açıklık getirmiş ve şöyle demiştir
“Bir Nebinin
nübüvvet (Peygamberlik) rütbesi, kıyas kabul etmeyecek şekilde, velayet (velilik) rütbesinden üstündür.”
10-
Aklı başında, bulûğa
ermiş olan bir insan, kendisinden emir ve yasakların düşeceği bir mertebeye ulaşamaz.
Çünkü insanı mükellef kılma (sorumlu tutma)
konusundaki naslar (ayet ve hadisler) umûmidir.
Ayrıca müctehidler, bir mükellefin böyle bir
mertebeye ulaşmasının söz konusu olamayacağı hususunda icma (söz birliği)
etmişlerdir.
Bazı ibahiyecilerin benimsedikleri: “Kul Allah-u Teâlâ’ya
muhabbette son noktaya ulaşır, kalbi saf hale gelir ve münafıklık söz konusu
olmaksızın imanı küfre tercih ederse ondan emir, nehi (dini sorumluluklar) düşer.
Büyük günah işledi diye Allah-u Teâlâ onu
cehenneme sokmaz.” şeklindeki fikirler,
Yine diğer bazı ibahiyecilerin benimsedikleri,
yukarıda anlatılan mertebeye ulaşan insanlardan namaz oruç ve zekat gibi zahir
ibadetlerin düşeceği ve onun ibadetinin sadece tefekkür (düşünme) olacağı
şeklindeki görüşler, küfür ve da1âlet (Kâfirlik ve sapıklık) tır.
BİR MÜSLÜMANIN EHL-İ SÜNNET VEL CEMAAT
MEZHEBİNDEN OLABİLMESİ İÇİN İNANMASI GEREKEN KONULAR
Konu 1: İyi ve fasık her müslümanın arkasında namaz kılmanın
caiz (geçerli) olduğuna
inanmak.
Çünkü Ebu Hureyre (Radıyallâhü Anh) dan rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem):
“İyi ve kötü herkesin arkasında namaz kılınız” buyurmuştur. (Beyhaki Sünen-i Kübra No: 6832 4/29, Darekutni: 2/57)
Ayrıca ümmetin alimleri, tenkit ve inkar konusu
yapmaksızın fasıkların, heva ve bid’at
ehlinin arkasında namaz kılmışlardır. (şerhu’l Akaid shf 240)
Hatta İbn-i Ömer ve Enes ibn-i Malik (Radıyallâhü
Anhüma), zamanlarının en fasığı olan Haccac-ı Zalim’in ardında namaz
kılmışlardır.
Seleften bazı kişilerin fasık ve bid’atçıların
arkasında namaz kılmaktan Müslümanları menetmeleri kerahete hamledilir.
Nitekim Mülteka şerhi “Mecmeu’l-Enhur” (Damat)
kitabında: “Kölenin, Bedevinin, Körün, Fasıkın, Mübtedi’ (Bid’atçı) nın ve
Veled-i zinanın imam olması mekruhtur, imam olmaları durumunda namaz caizdir”
denilmiştir.
Konu 2: Kıble ehlini, işlediği günahı helâl saymadıkça küfre nisbet etmemek.
Kıble
ehli: İnanç esaslarını değişik
şekillerde yorumlayan farklı itikadi mezheplere müntesip olan bütün
Müslümanlardır.
Konu 3 : İster iyi olsun, ister kötü olsun iman üzere ölen
herkesin cenaze namazının kılınacağına inanmak.
Çünkü Vasile ibn-i Eska’ (Radıyallâhü Anh) dan
rivayete göre Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i
şeriflerinde:
“Her (Müslüman) ölünün üzerine (cenaze) namaz
(ını) kılın.” buyurmuştur.
Hadis-i şerifteki ölüden maksat müslüman ölüsüdür.
Buna göre cenaze namazı yalnız ibadet ehli olan kimselere mahsus olmayıp, kıble
ehlinden olan her günahkâr müminin de cenaze namazı kılınır.
Konu 4: Kur’an’ın mahlûk (yaratılmış) olmadığına inanmak.
Kur’an-ı Kerim son Peygamber Hazreti Muhammed (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) e Allah-u Teâlâ tarafından Cebrail (Aleyhisselam) aracılığı
ile inmiş ve ondan tevatür yoluyla nakledilmiş olan kutsi bir kitaptır.
Kuran bizzat Allah-u Teâlâ’nın kelamıdır. Bunda
melek ve Peygamber sadece vasıtadır.
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
in Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla Allah-u Teâlâ’nın vahyini telâkki etmesi
iki suretledir:
1-
Cebrail (Aleyhisselam)
melekiyyetten beşeriyyete, (insan suretine) intikal edip Allah-u Teâlâ’nın
kelamı olan Kur’an’ı Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) e talim ederdi.
2-
Bazen de Peygamber (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) beşeriyyetten melekiyyete yükselerek Allah u Teâlâ’nın
vahyine mazhar olur, Elfaz-ı Kur’aniyye’yi (Kur’an’ın lafızlarını) telakki eder
(vasıtasız olarak bizzat Allah-ü Teâlâ’dan alır).
“Bunun
içindir ki Kur’an-ı Kerim yalnız manası ile değil, elfazı ile de Peygamber Efendimizin kalbine
indirilmiştir.”
Kur’an’a Vahy-i Metlüv (namazda kıraat
olarak okunan vahiy) denilmesi de bu sebeptendir. Kur’an-ı Kerimin dört unsuru
vardır:
1-
Lafız olması,
2-
Arapça olması,
3-
Hazreti Muhammed (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) e indirilmiş olması,
4-
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) den bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olması.
Bu dört unsurdan biri noksan olursa Kur’an olmaz.
Binaenaleyh günümüzde bir çok dile çevrilen Kur’an-ı Kerim’in çevirilerine:
“Meal” denir, “Kur’an” denilmez.
Netice olarak; Kur’an-ı Kerim manası itibariyle mucize
olduğu gibi lafızları itibarıyla da mucizedir.
Çünkü Kur’an Kerim, kendisinin Allah-u Teâlâ’nın
sözü olmayıp, Hazreti Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in sözü olduğunu
iddia edenlere karşı:
“Eğer bu, insan sözü ise siz de böyle bir söz söyleyiniz.
Bütün insanlar, cinler bir araya toplansalar, görülen ve görülmeyen bütün
kuvvetler bir araya gelse ve birbirlerine yardım etseler yine, bu Kur’an’ın en
kısa bir suresine, bir satırına benzer bir şey yapamazlar.” (İsra Suresi:88 den mealen) diye meydan okumuştur.
Ve bunu yapmak için pek çok uğraşanlar olduğu
halde, bugüne kadar yapılamamıştır ve yapılamayacaktır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in bozulmadan kıyamete kadar
kalmasını Allah-u Teâlâ dilemiş olduğundan Kur’an’a bu özelliği vermiş ve
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) den itibaren her asırda
müslümanların içinde yüz binlerce insan bu mukaddes kitabı ezberlemişlerdir.
Kur’an’ın mahlûk (hadis; sonradan yaratılmış) veya
gayr-ı mahluk (kadim; evveli olmayan bir kitap) olduğu konusuna gelince;
Bu konuya girmeden Allah-u TeaIa’nın zati
sıfatlarından olan Kelam sıfatından bahsetmemiz gerekir.
Kelam sıfatı Allah-u Teâlâ’nın ezeli (evveli
olmayan) sıfatıdır.
Zira hadis (sonradan yaratılan) şeylerin, kadim
(evveli olmayan) Allah-u Teâlâ’nın zatıyla kaim olması (zatında bulunması)
zarüri olarak imkansızdır.
Allah-u Teâlâ’nın zatında olan kelam sıfatı ses ve
harf cinsinden değildir. Çünkü bir
kelimenin ilk harflerinin telaffuz edilmesi bitmeden ikinci hecedeki
harflerin söylenmesi imkansızdır.
Bu itibarla ses ve harf cinsinden olan Ke1am,
hadis (sonradan yaratılmış) dır.
Müellif Ömer Nesefi: “Allah-u Teâlâ’nın kelamı olan Kur’an, mahlûk (hadis; sonradan
yaratılmış) değildir” diyerek Kelâm-ı Nefsi yani, ses ve harf cinsinden olmayan ve
Allah-u Teâlâ’nın zatıyla kaim olan mananın kadim (ezdi) olduğunu; hadis
(sonradan yaratılmış) olmadığını söylemiştir.
Netice olarak deriz ki: Allah’ın kelamı olan
Kur’an, ses ve harf cinsinden olmayıp zatıyla kim olan bir manadır ve ezelidir.
Ehl-i Sünnet alimleri, “Kur’an, gayr-i mahlûktur”
derken Allah-u Teâlâ’nın zatıyla kaim olan mananın (ki, bu manaya da Kur’an
denilmektedir) gayr-i mahluk (sonradan yaratılmamış) olduğunu söylemektedirler.
Konu 5:
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in miracının hak olduğuna inanmak.
MİRAC: Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem)in, Mescid-i Aksa’ya vardıktan sonra, semaya ve oradan da Allah-u Teâlâ’nın
dilediği makamlara yükselmesidir.
EhI-i Sünnet vel cemaatın geneline göre mirac, hem
ruh hem de bedenle gerçekleşmiştir.
Mirac, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem) in hadisiyle sabit olmuştur. Ancak hakkında varid olan hadisler
mütevatir olmayıp, meşhür ve Ahad olduklarından, miracı inkar eden kafir değil,
bid’atçıdır (Ehl-i Sünnetten çıkmıştır).
İsra hadisesine gelince:
İSRA: Allah-u Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) i gece
vaktinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya götürmesidir.
İsra, AIlah-u Teâlânın:
“Bir gece,
kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi
Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren zatı tenzih ederim. (o Allah bütün noksan
sıfatlardan münezzehtir). Şüphesiz
ki 0, ziyade işiten,
hakkıyla görendir.” (İsra Suresi:1)
Ayeti ile sabit olduğundan İsra’yı inkâr eden
kafir olur.
Konu 6:
Müminlerin cennette Allah-u Teâlâ’yı göreceklerinin hak olduğuna inanmak.
Müminler kendileri cennette oldukları halde
Allah-u Teâlâ’yı bir cihetten, bir mekândan ve bir şekilden münezzeh olarak
görmek şerefine nail olacaklardır. Allah-u Teâlâ’yı görecekleri nakli delille sabittir.
Cerir (Radıyallâhü
Anh) dan rivayet edildiğine göre Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
şöyle
buyurmuştur:
“Sizler şu ayı
zahmetsizce gördüğünüz gibi
Rabbinizi de muhakkak öyle göreceksiniz.” Konu 7: Cennet ve Cehennemin hali
hazırda yaratılmış olduğuna inanmak.
Zira Allah-u Teâlâ Cennet hakkında mazi (geçmiş
zamanı ifade eden) fiil sığasıyla;
“Cennet muttaki (takva sahibi kimse) ler için
hazırlanmıştır.”
(Ali İmran Suresi:133 den); Cehennem hakkında da;
“Cehennem kâfirler için hazırlandı.” ‘Bakara
Suresi:24 den) buyurmuştur.
Konu 8: Sahabenin sadece hayırla anılacağına inanmak.
Zira sahabelerin menkıbeleriyle ve kendilerine dil
uzatmaktan kaçınmanın vacip oluşuyla ilgili olarak sahih hadisler rivayet edilmiştir.
Nitekim Ebu Said El-Hudri (Radıyallâhü Anh) dan
rivayete göre Rasûlullâh (Sahallahu
Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ashabıma’
sövmeyiniz, sizden biriniz uhud dağı kadar (altın) verse, onların (verdiği) bir müd (denilen ölçekle) hatta yarım müd
sadakadan aldığı sevaba
nail olamaz.”
Abdullah ibn-i Muğaffil ((Radıyallâhü Anh)) dan
rivayet edildiğine göre Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Ashabım
hakkında Allah (-u Teâlâ) dan korkun. Allah (-ü Teâlâ) dan ashabım hakkın da
korkunuz da onları benden sonra (husumet oklarının) hedef (i) haline
getirmeyiniz.
Her kim sahabeyi severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur.
Her kim onlara
buğzederse,
bana buğzettiği için onlara buğzetmiş olur. Her kim onlara
eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.
Her kim beni incitirse Allah (-ü Teâlây) ı incitmiş olur.
Her kim Allah (-u Teâlây) a eza ederse; Allah (u-Teâlâ)
onu (yaptığı ezaya karşı cezalandırmak ve azap etmek için)
yakalayıverir.”
Ayrıca Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti
Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin ve diğer büyük sahabiler
(Radıyallahu Anhum) den her birinin menkıbeleri hakkında sahih hadisler vardır.
Sahabiler arasında vaki olan münazaa ve harbleri,
ictihadi hata ve benzeri yorumlarla yorumlamak ve değerlendirmek gerekir.
Bu sebeplerden ötürü sahabiye sebbetmek (sövmek)
ve haklarında ileri geri konuşmak; şayet kesin delillere aykırı düşüyorsa
küfürdür.
(Hazreti Aişe validemizin iffetine yapılan iftira
gibi). Zira Allah-u Teâlâ Nur suresinin ayetlerinde, Hazreti Aişe (Radıyallâhü
Anha) validemize yapılan iffetsizlik iftirasının asılsız olduğunu beyan
etmiştir.
Eğer sahabiye sebbetmek ve haklarında ileri geri
konuşmak kesin delillere dayanmıyorsa, buda bidat ve fasıklıktır.
Konu 9: Amellerin tartılmasının hak olduğuna inanmak.
Çünkü Allah-u Teâlâ:
“0 gün Vezn (amellerin tartılması) haktır” buyurmuştur.
(Araf Suresi: 7 den>
Mizan: Sevap ve günah bakımından amellerin miktarının
bilinmesini sağlayan şeyden ibarettir.
Akıl, bu terazinin mahiyetini ve tartma
keyfiyetini idrak edemez.
Konu 10: Sıratın hak olduğuna inanmak.
Sırat: Cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince
kılıçtan keskin bir köprüdür.
Cennetlikler bunun üzerinden göz açıp, kapayacak
bir zamanda, yıldırım gibi, rüzgar gibi, süvariler gibi geçerler.
Cehennemlikler ise, sıratın üzerinden geçerken
ayakları sürçer ve yuvarlanarak cehenneme düşerler.
Konu 11:
Büyük günah işleyenler
hakkında Peygamberlerin ve hayırlı kişilerin şefaat etme yetkilerinin varolduğuna inanmak.
Zira Enes İbn-i Malik (Radıyallahu Anh) den
rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem):
“Şefaatim, ümmetimden kebire (büyük günah) sahipleri içindir.” buyurmuştur.
(Ebü Davud)
Osman İbn-i Affan (Radıyallâhü Anh)
dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet
gününde üç sınıf insan şefaat
edecektir; Peygamberler, Âlimler ve Şehitler.”
Konu 12 : Büyük günah işleyen müslümanlar tevbe etmeden ölseler
dahi cehennem de ebedi olarak kalmayacaklarına inanmak.
“Kim zerre
kadar hayır işlerse,
onu görecektir.” (Zilzal Suresi: 7) Kur’an-ı Kerim’de bu ve bu manada bir
çok ayet-i kerime vardır.
Mü’min olan bir kimsenin ne kadar günahı olsada
imanı bulunduğuna göre mutlaka hayrı vardır. Zerre kadar hayır işleyen bunun
sevabını göreceğinden o kişinin neticede mutlaka cennete gireceği muhakkaktır.
Çünkü cehennemde kaldığı sürece imanının mükafatını görmesi imkansızdır.
Konu 13 Amelin imandan cüz olmadığına inanmak.
Zira iman; Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi
ve Sellem) in Allah-u Teâlâ’dan getirdiği zarûri ve kesin olarak bilinen
şeylerin tamamına inanmaktır.
Bu kavram, azlığı ve çokluğu kabul etmez. Dolayısıyla
iman ne artar, ne eksilir. Bu tasdik kendisinde olana: “Mümin”, olmayana:
“Kâfir” denir.
İman iki rükün (temel) den ibarettir;
1- Kalb ile tasdik,
2- Dil ile ikrar.
Kalb ile tasdik rükn-i asli’dir; dil ile ikrar ise
rükn-i zaiddir.
Rükn-i asil olan kalb ile tasdik hiç bir surette
müminden düşmesi ihtimali bulunmayan bir rükündür.
Rükn-i zait olan ikrar ise müminden düşmesi
ihtimal dahilinde olan bir rükündür.
Şöyleki; öldürülmekle veya bir uzvunun telef
edilmesiyle veyahut şiddetli bir dayakla tehdit edilmesi durumunda dil ile
ikrar düşebilir.
Nitekim dilsiz hakkında da bu rükün düşünülemez.
Konu 14: Şirkin dışında büyük günah işlemenin mümini iman dairesinden
çıkarmayacağına inanmak.
Bu konu bir önceki konunun neticesi konumundadır.
Büyük günahlar, İbn-i Ömer (Radıyallâhü
Anhüma) dan rivayet edildiği üzere dokuzdur: 1- Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmak,
2-
Haksız yere adam öldürmek,
3- Namuslu kadının iffetine iftira etmek, 4- Zina etmek,
5-
Savaştan kaçmak,
6- Sihir (büyü yapmak veya yaptırmak), 7-
Yetim malı yemek,
8- Müslüman olan ana ve babaya asi
olmak, 9- Mescid-i Haram’da günah işlemek.
Ayrıca Ebû Hureyre, bunlara faiz yemeyi, Hazreti
Ali (Radıyallâhü Anh) hırsızlığı ve şarap içmeyi eklemiştir.
Konu 15:
Allah-u Teâlâ’nın duaları kabul edip, ihtiyaçları göreceğine inanmak.
Çünkü Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de;
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” buyurmuştur. (Gâfir Suresi: 60’dan)
O halde hayatta olan insanların ölülere dua
etmelerinde ve onlar için sadaka vermelerinde fayda vardır.
Bu konuya delil olarak Taftazani
(Rahimehullah),”ölülere, özellikle cenaze namazında yapılan dualarla ilgili olarak nakledilen
sahih hadisler vardır.
Ve selef (geçmiş büyükler) de, bu gibi hususlar
öteden beri anane haline gelmiştir. Yapılan duada ölü için fayda olmasa, bu
gibi şeylerin manasız olması gerekirdi” demiştir.
Aişe (Radıyallâhü Anha) dan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem):
“Sayıları yüze
varan bir cemaatin namazını kıldığı ve hep birlikte duacı olduğu hiç bir ölü yok ki, bunların o zat hakkındaki duaları kabul edilmemiş olsun” buyurmuştur.
Konu 16 : Kulun kendi iradesiyle yaptığı bütün iyi ve kötü fillerinin
yaratıcısının Allah- u Teâlâ olduğuna
inanmak.
Çünkü Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de;
“Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah (-u Teâlâ)
dır.” (Saffat Suresi: 96)
“Yaratan, yaratamayan gibi olur mu? düşünmez misiniz?” buyurmaktadır. (Nahl Suresi: 17)
Bu ayet-i celile yaratıcılıkla övünme makamında
nazil olmuştur. Şayet yaratıcılık Allah-u Teâlâ’ya ait olmasaydı, bu ayetle
övünmesinin bir manası olmazdı.
Ehl-i Sünnet Vel cemaat mezhebinden olan bir
kişinin bu şekilde inanması lazım geldiği için yaratmak kelimesini kullara
isnad ederek: “Falanca kişi yarattı” demekten sakınmalıdır.
SORU : Kulun bütün fiillerini yaratan Allah-u Teâlâ olduğuna göre, kul yaptığı fiilden niçin mes’uldür.
CEVAP : Allah-ü Teâlâ kullarına hayrı da şerri de seçebilecek bir irade
vermiştir.
Kul, bu seçme kudretini hayır ve şerden dilediği
cihette (yönde) kullanabilir. Kulun iradesini hayra ve şerre sevketmesine:
“Kesb” denilir.
Kulun bu kesbinin Allah-u Teâlâ’nın kul için
yaratmış olduğu fiille ilgisi ve birlikteliği vardır.
Dolayısıyla kulun yapmış olduğu fiilde Allah-u Teâlâ’nın
onu cebretmesi (zorlaması) söz konusu olamaz.
Görüldüğü gibi kulun mesuliyeti kesbinden
kaynaklanmaktadır.
Konu 17:
Yolcu veya yolcu değil iken
mestler üzere meshetmenin caiz olduğuna inanmak.
Hasan-ı Basri (Radıyallahu Anh) demiştirki;
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in ashabından ulaşmış olduğum
yetmiş kişinin hepsi mest üzere meshetmenin caiz olduğu görüşünde idi.
Bundan dolayı Ebû Hanife (Radıyallâhü Anh) “Gün
gibi açık deliller elde etmedikçe, mestler üzere meshin caiz olduğuna kanaat
getirmedim.” demiştir.
Tabakât-ı Fukaha’nın üçüncü tabakasından:
“Müctehid fil mes’ele (müctehidin görüşünün bulunmadığı meselelerde müctehidin
kaide ve usulüne uygun bir şekilde ictihad etme yetkisine sahip) olan İmam-ı
Kerhi (Rahimehullah) demiştir ki;
Mest üzere meshetmenin caiz olmadığına kanaat
getirenlerin kafir olmalarından endişe ederim.
Çünkü bu konuda nakledilen eserler ve haberler
tevatür hükmündedir.
Netice; mest üzere meshetmenin caiz olmadığı
kanaatine varanlar bid’at ehlidir.
Konu 18: Kabirde Münker ve Nekir’in sual
sormalarının hak olduğuna
inanmak.
Münker ve Nekir: Kabre girerek, insana Rabbinden,
dininden ve Peygamberinden sual soran iki melektir.
“Ölü mezara
gömülünce, birine: ‘Münker’ diğerine: ‘Nekir’ adı verilen siyah ve gözleri mavi iki melek gelir.
Ona derler ki, ‘şu Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) denilen zat hakkında ne
dersin?’ O da (dünyada) dediğini
söyler.
‘O, Allah (-ü Teâlân) ın kulu ve Resulü dür. Ben şehadette bulunurum ki, Allah (-u Teâlâ)dan
başka ilah yoktur, Muhammed
(Aleyhisselam) da O’nun kulu ve Resulüdür.’
Bunun üzerine melekler; ‘biz senin böyle diyeceğini zaten biliyorduk.’ derler.
Sonra onun mezarı enine ve boyuna yetmiş arşın
genişletilir. Daha sonra bu ölünün mezarı aydınlatılır.
Neticede melekler ölüye: ‘Yat, uyu’ derler. 0 da
(sevincinden dolayı): ‘Aileme döneyim ve
(bu iyi halimi onlara) haber vereyim (mi?)’ der.
O zaman Melekler ‘Zifafa giren ve sadece en çok
sevdiği kişi tarafından uyandırılan
şahıs gibi
mahşer gününe kadar sen uyumana
devam et.’ derler.
Ölü münafık olursa; ‘Halkın Muhammed (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) hakkında bir şeyler söylediklerini işittim,
ben de onlar gibi konuştum, başka bir şey bilmiyorum (yani onun gerçekten Peygamber olup olmadığını bilmiyorum)’ der.
Melekler: ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk.’ derler.
Daha sonra yere: ‘Bu adamı alabildiğine sıkıştır.’ diye hitap edilir.
Yer de başlar adamı (mengene gibi) sıkıştırmaya...
0 kadar ki (kaburga) kemikleri hur da haş olur.
Allah-u Teâlâ onu o yattığı yerden diriltinceye kadar orada daima azaba
uğratılır.”
(Tirmizi )
Konu 19 :
Kâfirlere ve asi olan bazı müminlere yapılacak kabir azabının hak olduğuna inanmak.
Çünkü İbn-i Abbas (Radıyallâhü Anhüma) dan rivayet
edildiğine göre Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) iki kabrin
yanına uğradı ve şöyle buyurdu;
“Bunlar azap
olunuyorlar, büyük bir şey
hakkında azap olunmuyorlar. Evet (insanlar katında değilse de Allah-u Teâlâ katında büyük bir şeyle azap olunuyorlar).
Bunlardan biri küçük abdesten sakınmazdı (üzerine
sidik sıçratırdı). Diğeri ise
laf taşırdı.”
Daha sonra yaprakları soyulmuş yaş bir dalı aldı
ve onu iki parçaya böldü. Sonra her bir kabre bir parça koydu.
0 zaman sahabe-i kiram: “Ya Resülallah! Bunu niçin
yaptın?” diye sorduklarında, Rasûlullâh ‘(Sallallâhü Aleyhi ve Sellem):
“Bu çubuklar yaş kaldıkları müddetçe, onların azaplarının hafifletileceğini umarım.” buyurdu. (Buhari, Vüzü
‘:54 No: 213, 1/88 Müslim, İman: 34 No: 292, 1/240 Ebu Davud, Taharet:11 No:20)
Kabir azabı hakkında daha çok hadis-i şerifler vardır, biz bir tanesiyle yetindik.
Konu 20: Müslümanların Cennete girmeleri,
amellerinin karşılığı olmayıp, bilakis Allah-u Teâlâ’nın fazl-u
keremi ile olduğuna inanmak.
Müminlerin Cennetteki derecelerinin farklı olması
amellerinin azlığı ve çokluğuna bağlıdır.
Ancak cennete girmeleri Allah-u Teâlâ’nın fazl-u
keremine bağlıdır. Zira kulların yapmış olduğu ameller çok bile olsa, Allah-u Teâlâ’nın
verdiği nimeti karşılaması düşünülemez.
Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet
edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem):
“Hiç
birinizi ameli Cennete sokamaz” ‘buyurdu. 0 zaman: “Sen de mi? Ey Allah’ın
Resulü!” diye sorulduğunda
Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem):
“Ben de (giremem). Ancak Allah (-u Teâlâ) beni
fazl-u rahmetiyle kuşatırsa
(girebilirim).” buyurdu. (Buhari, Merza:19 No:5349, 5/2147 Müslim, Sıfatü
‘l-Münafikin:l7 No:2816, 4/2169)
Konu 21: Öldürülenin, eceliyle öldüğüne inanmak.
Şöyleki Allah-u Teâlâ öldürme hadisesinin
gerçekleşeceğini, evveli olmayan ilmi ile bilmiş olduğundan öldürülenin ecelini
ona göre belirlemiştir.
Katil ise yasak olan öldürme cinayetini işleyip
Allah-u Teâlâ’nın takdirinin bu şekilde tecelli etmesine sebep olduğu için
mes’ul olmuştur.
0 halde öldürülen kişi için: ‘ (ölüm zamanı) nı
tamamlamadan ölmüştür.’ denilemez.
Konu 22 :
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hazreti Ebûbekr-i Sıddık ve
Hazreti Ömer (Radıyallâhü Anhüma) olduğuna inanmak.
Konu 23 : Hazreti Osman ve Hazreti Ali (Radıyallâhü
Anhüma) yı sevmenin gerekliliğine inanmak.
Ehl-i Sünnetin cumhuru (çoğunluğu) na göre,
Hazreti Osman, Hazreti Ali’den üstündür. Bazıları bunun aksini iddia
etmişlerdir.
Konu 24:
Veliler (Allah-u Teâlâ’nın dostların) ın, kerametlerinin hak olduğuna inanmak.
Veli: İmkan dahilinde Allah-u Teâlâ ve sıfatları
hakkında bilgi sahibi olan, ibadetlere devam eden, günahlardan kaçınan,
lezzetlere ve şehvetlere dalmaktan yüz çeviren, dünyaya sırt çeviren, kalbine
yönelen, Mevla Teâlâ’yı zikre devam eden kişidir.
Mucize: Peygamberlik davasıyla ilgili olan harikulade
hadiselerdir.
Velilerin kerameti: Peygamberliği iddia etmemek
şartıyla onlardan zuhûr eden harikulade (adet dişi) hadiselerdir.
İstidrac: İman
ve amelle ilgisi bulunmayan kişilerden zuhûr eden harikulade hadiselerdir.
Veli olan kişi bir Peygambere tabi olduğunu ikrar
ettiği için onun göstermiş olduğu keramet, tabi olduğu Peygamber için mucize
sayılır.
Bu kerametler ne gibi şeylerdir?
Tayy-i Mekân: (az süre içinde uzun
mesafe katetmek).
Mesela; Süleyman (Aleyhisselam) in adamı olan Asaf
İbn-i Berhiya’nın göz açıp kapama süresi içerisinde Belkıs’ın tahtını uzak bir
mesafeden getirmesi gibi. (Neml Suresi: 40)
İhtiyaç duyulduğunda yenilecek,
içilecek ve giyilecek şeylerin kendiliğinden ortaya çıkması. Nitekim Hazreti
Meryem hakkında bu durum gerçekleşmiştir. (Ali imran Suresi: 37)
Su üzerinde yürümek, havada uçmak, cansız
maddelerin ve hayvanların konuşmaları ve benzeri şeyler Selef-i Salihinden,
inkarı mümkün olmayacak derecede çok kişiden nakledilen harikulade
hadiselerdir.
Konu 25:
Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) in Cennetle müjdelemiş olduğu on kişinin
cennetlik olduğuna dair şehadette bulunmanın hak olduğuna inanmak.
Nitekim Abdurrahman ibni Avf (Radıyallâhü Anh) dan
rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
1-
Ebûbekir (Radıyallâhü Anh), cennettedir.
2- Ömer (Radıyallâhü
Anh), cennettedir. 3- Osman (Radıyallâhü Anh), cennettedir. 4- Ali (Radıyallâhü
Anh), cennettedir.
5- Talha (Radıyallâhü
Anh), cennettedir. 6- Zübeyr (Radıyallahu Anh), cennettedir.
7- Abdurrahman
bin Afv (Radıyallâhü Anh), cennettedir. 8- Sa’d (bin Ebi Vakkas (Radıyallâhü
Anh)), cennettedir. 9- Said (bin Zey (Radıyallâhü Anh)) cennettedir.
10- Ebu Ubeyde bin Cerrah (Radıyallâhü Anh),
cennettedir.”
Tirmizi, Menakib:26, No:3 747, 5/647, Ebu Davud,
Sünnet:8, No:4 649, 2/623, Ahmed ibni Hambel, Müsned, No:1675, 1/410)
Yine böylece Hazreti Hatice, Hazreti Fatıma,
Hazreti Aişe ile Hasen ve Hüseyn (Radıyallâhü Anh) ve diğer bazı sahabeler
hakkında cennet müjdesi dünyada verilmiştir.
Bu hususta bir çok hadis-i şerif ve rivayetler
mevcuttur.
Bunları veya bunlardan birini tenkit eden kişi
mübtedi’ (ehl-i bid’at) tır.
Biz bütün müminlerin cennet ehli, kafirlerin de
cehennem ehli olduklarına şahitlik ederiz
fakat hakkında bir nas (ayet ve hadis gibi bir delil) bulunmadıkça belli
bir kimsenin cennetlik veya cehennemlik olduğuna dair şahitlikte bulunamayız.
Konu 26 :
Kitabın hak olduğuna
inanmak.
Yani hafaza meleklerinin, mükellef kulun taat ve
isyanlarını yazdıkları divan haktır. Bu defter mü’minlere sağ elinden kafirlere
ise sol ellerinden ve sırtlarının arkasından verilecektir.
Fasık mü’mine defteri nasıl verileceğine dair
ihtilaf varsa da meşhur olan görüş, sağ
tarafından verileceğidir.
Konu 27: Sualin hak olduğuna inanmak.
Kıyamet günü hesap zamanı Mevla Teâlâ’nın,
kullarına dünyada yaptıklarını sorması haktır. Mevlâ Teâlâ mü’minlerin günahını
teşhir etmeyip onlarla teke tek görüşecek ve neticede günahlarını mağfiret
edecektir.
Kafirler ve münafıklar hakkında ise bütün
mahlukatın huzurunda:
“İşte bunlar, Rablerine karşı iftirada bulunanlardır. Allah’ın laneti o
zalimlerin üzerine olsun.” (Hud Suresi:18 den) diye nida edilecektir.
Konu 28 :
Havz-ı Kevser’in hak olduğuna
inanmak.
Abdullah ibni Amr (Radıyallâhü Anh) dan rivayet
edildiğine göre Bu hususta Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuştur:
“Benim havzım (açıları eşit olmak
üzere) bir aylık genişliktedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha
hoştur.
Bardakları gökteki yıldızlar gibi
(çok) tur. Ondan (bir kere) içen artık ebedi susamaz.”
(Buhari, Rikâk:53, No:6208, 5/2405, Müslim,
FezâiI:9, No:2292, 4/1793, Ahmed İbni
Hanbel, Müsned, No:15123, 5/189)
Konu 29 : İnsanların Peygamberlerinin, meleklerin
Peygamberlerinden, meleklerin Peygamberlerinin, insanların Peygamber
olmayanlarından, insanların Peygamber olmayanlarının da meleklerin Peygamber
olmayanlarından daha faziletli olduğuna inanmak.
Melek nev’inin Peygamberlerinin, insanlar dan
Peygamber olmayanlara üstün oluşu icma ile, hatta zarüri olarak sabit olan bir
hükümdür.
İnsan nev’inin Peygamberlerinin, melek nev’inin
Peygamberlerinden, Peygamber olmayan insanların, Peygamber olmayan meleklerden
üstün oluşu bir kaç şekilde izah edilebilir.
a)
Allah-u Teâlâ meleklere
Adem (Aleyhisselam) a tazim ve tekrim yolu ile secde etmelerini emretti.
Hikmetin gereği Allah-u Teâlâ’nın, fazilet
bakımından altta olanın üstte olana secde etmesini emretmesidir.
b) ilim ehli olan herkes;
“Allah (-u Teâlâ) Adem (Aleyhisselam) a bütün
isimleri öğretti.” (Bakara
Suresi: 31 den)
Ayeti ile Allah-u Teâlâ’nın, Adem (Aleyhisselam)ı
meleklerden üstün kıldığını, Adem (Aleyhisselam) ın ilminin fazlalığı
sebebiyle, tazim ve tekrimi hak ettiğini anlar.
c)
“Şüphesizki Allah (-u Teâlâ)
Adem (Aleyhisselam) ı, Nuh (Aleyhisselam) ı, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.” (Ali
İmran Suresi: 33)
Bu ayet-i celilede zikredilen Âlem kavramına
melekler de dahildir. Peygamber olmayan insanların, Peygamber olan meleklerden
üstün tutulmayacakları icma ile istisna edilmiştir.
Bu istisna dışında ayetin genel hükmü bakidir. Bu
genel hüküm de; “İnsan nev’inin Peygamberlerinin, melek nev’inin Peygamberlerin
den, Peygamber olmayan insanların, Peygamber olmayan meleklerden üstün oluşu”
dur.
HATİME
(Son söz)
Bu risalede açıklanan inançlara sahip olmak ne
kadar önemli ise bu itikadı korumak ve bu inanç üzere ölmek de o derece
önemlidir.
Bu yüzden risalemizin sonunda, imanı vesvese ve
şüphelerden kurtaracak ve son nefeste koruyacak bazı duaları yazmayı münasip
gördüm.
Ruhûl Beyan, Kurtubi ve Cemel tefsirlerinde
zikredildiğine göre, Sabahleyin En’am suresinin başından 3 ayeti kerimeyi
okuyan kimsenin kalbine şeytan her ne zaman yanlış bir fikir atmak istese,
beraberinde demirden bir kamçı bulunan bir melek yedinci kat semadan inerek
onunla şeytan arasına yetmiş bin perde koyar. (Tefsir-i Cemel, 2/2, Kurtubi,
6/383)
Ayet-i kerimelerin okunuşu:
Rivayet edildiğine göre her gün on kere:
okuyan kimse, o gün şeytanın bütün vesveselerinden
kurtulur.
Aşık Muhammed el Halidi en Nakşibendi (Kuddise
Sırruhu) Hazretlerinin beyanına göre güneş doğmadan ve batmadan, Âli İmran
suresinin 18. ayeti kerimesini, zikredilecek dua ile birlikte okuyan kişiye son
nefeste imanı bağışlanır. (Miftah-u Kenzil Esrar Fit Tarikatin Nakşibendiyye,
Sh:21)
Ayeti Kerimenin dua ile birlikte okunuşu:
Şeyh Muhammed Ali ibni Hakim et Tirmizi
(Rahimehullah) buyurmuştur ki: Allah-u Tea1â Hazretlerini bin kere rüyamda
gördüm ve O’na:
“Ya Rabbi! Ben imanımı kaybetmekten korkuyorum.”
dedim.
O’da bana: “Sabahın sünneti ile farzı arasında bir
kere şu duayı okumamı emretti.
“Ey Hayy ve
Kayyum! Ey Celâl ve ikram sahibi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allahım!
Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim. Ya Allah! Ya
Allah! Ya Allah!”
Bir rivayette, bu duanın üç kere,
diğer bir rivayette de kırk kere okunması emredilmiştir. (Molla ilyas, Akaidi
Taftazani hami-şinde 5.134)
Üstadımızın Üstadı Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise
Sırruhu), Üstadımız Hacı Mahmud Efendi Hazretlerine, kalbinin kaymaması için şu
duayı devamlı okumasını vasiyet etmiştir:
“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Bize tarafından rahmet bahşeyle. Şüphesiz ki sen ancak sen son derece hibe edensin.” (Ali
İmran Suresi:8)
Akşamın sünnetinden sonra okunan şu dua da kalbin
imanda sabit kalmasına büyük bir vesiledir:
Ümmü Seleme (Radıyallâhü Anh) a validemizden
rivayet edildiğine göre, Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) akşam
namazını kıldıktan sonra (yanıma) girer iki rekat namaz kılar ye sonra:
“Ey kalpleri
çeviren Allahım! Kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.” diye dua ederdi. (İbni Sünni, Amelül yevmi velleyle, Sh.232, No:658)
DUANIN OKUNUŞU:
Yine böylece sabah namazının sünnetini evde kılıp
cemaate çıkmakta, son nefeste imanlı ölmeye sebep olacak en faziletli
amellerden olarak zikredilmektedir.
Dünya ve Ahiret en büyük sermayemiz olan imanımızı
koruyabilmemiz için elden gelen bütün
gayreti göstermemiz gerekirken, yapılması bu kadar kolay olan vazifeleri de
terk edersek elbette bu, büyük bir acizlik belgesi ve imana önem vermeme
göstergesi olur ki bu hale düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız.
Allah-u TeaIâ’dan en büyük niyazımız ve O’na olan
en son duamız, bu risalede belirtilen
“Ehli Sünnet Vel Cemaat” mezhebinin inancı üzere yaşayıp ölmeye bizi
muvaffak kılmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder